“Elimden gelse hiç konuşmazdım” der Konfüçyüs. “İyi ama o zaman nasıl anlatacağız insanlara?” diye endişe eder öğrencileri.
“Göğün kendisi konuşuyor mu ?” diye devam eder üstat. "Ama dört mevsim pekala birbirini izliyor ve bütün var olanlar çoğalıyor.” Göğün ve aşkın konuşmaya ihtiyacı yok belki. Ama korkunun var, en azından benim korkumun.
Korkuyorsan yaşamış olmuyorsun
Sevgi üzerinden değil de çoğunlukla korku üzerine inşa edilmiş hayatlarımız oldu bizim. Büyümeye giden yolda sadece korktuğumuz şeyler, korkularımızın boyutu, niteliği değişti ama korkunun kendisi hep bizimle kaldı. Cehennem korkusuyla kuşatıldık, daha aklımız ermeden…
Tanrının bizi sevdiği, yarattığına meftun olduğunu değil, istediklerini yapmazsak bizi korkunç şekilde cezalandıracağına inandırıldık önce. Sonra onun izdüşümleriyle tanıştırıldık. Bazen baba oldu bu, bazen koca, bazen öğretmen, bazen patron, bazen siyasi iktidar. Korkuyla baş etmeyi, ondan korkmamayı öğrendikçe yeni korkular girdi içimize sürekli.
Başaramama korkusu, işsiz kalma korkusu, virüs korkusu, elden ayaktan düşme, aklını yitirme korkusu, kanser olma korkusu, geçim korkusu, gelecek korkusu, bilinmezlik korkusu… Uçsuz bucaksız bir “yaşamasak daha iyi” listesiyle…
“Korkuyorsan yaşamış olmuyorsun zaten”i anlayamıyorsan, yaşamıyorsun da zaten…
Yıkılan apartmanlarla birlikte
Korkunun aynı zamanda iyi bir motivasyon kaynağı olduğunu öğrenince, korkudan kaçmak yerine korkuların üzerine gidip onunla yüzleşmeyi seçmek, korkularla baş etme mekanizmalarını hayata geçirmeyi, böylece daha güçlü, daha huzurlu bir hayat olduğunu anlamak kimbilir kaç yılımı aldı ve bunun için ne çok ve ne kanlı iç savaşlar verdim kendimle…
Sonra… Sanki kurduğum/kurguladığım bütün mekanizmalar yerle bir oldu. Yıkılan sadece Ali Rıza Bey, Doğanlar ve dahası apartmanlar değildi; bendim de. Dünyanın geri kalanından ayrı düştüm ve neredeyse gölgemi kaybetmek üzereydim.
Acıyla baş etme mekanizmalarımda bir farklılık, belki bir tuhaflık olduğunu bilsem de başkalarının acılarını çok ama çok şiddetli algıladığımı… Pek çok kişide bulunan güçlü kendini koruma filtrelerinin bende –belki doğuştan belki sonradan öğrenilmiş- bulunmadığını ya da çok zayıf/geçirgen olduğunu bilsem de… Kendimi kapatmam, eve kapanmam… Üstelik son depremde gözüme son derece tekinsiz görünen eve hapsetmem, gerçekten en azından benim için çok anlaşılmaz, fazlasıyla karışık/çalkantılı ve hayli yıpratıcı bir deney oldu.
Sığındığın ev de çökebilir
“Doğan görünümlü şahin misin sen, söyle bakayım’” diyen bir iç sese karşı cevap verememe halleri. Kendinle kurduğun hiyerarşik ilişkinin tuzla buza dönüşme sersemliği, kendine karşı süklüm püklüm olma zavallılığı… Hangi biriyle baş edeceksin ki; korku mu yoksa bu ilk kez karşılaştığın korkuya verdiğin dehşetengiz tepkiler ve duygularla mı?
Pandemide kendini korumaya aldığın, çatısı altına sığındığın evin bu kez üzerine çökebileceğini görmen, seninki çökmese de çöken evlerin, o yıkıntıların altında kalanların çığlıklarını duyman, görüntüleri defalarca, defalarca izlemen, bir anda ortaya saçılan acıların/çaresizliğin ağırlığının altında kalman, bunun sadece sana mahsus olmadığını bilsen de…
Korkmak normal
“He-Men misin sen Gönül, kalk yerinden yardım al. Destek istemenin ne acizlik, ne zavallılık olduğunu iyi bildiğin, bunu defalarca yaptığın halde nedir bu halin, kapaklanman?” demem zaman aldı. Kuyruğu dik tutma hallerini bırakıp elimi uzattım kendi yıkıntılarımın içinden. Bana bu korkunun rasyonel olmadığını, korkmanın çok normal, çok insani olduğunu ve bunu yaşayanın sadece ben olmadığımı hatırlatan dost seslere sarılarak…
“Benlik savaşını çoktan yitirmiş olarak. Başkalarıyla değil, kendinle yaptığın ateşkes! Uzun sürmeyeceği baştan sezilen bir ateşkes…
Yitirilen benlik savaşının kesin olarak sonuçlanmasına çok varken daha, terine hiç aldırmadan kana kana su içmek için yapılan bir ateşkes…” (*)
Ateşkes, savaşta yapılır, durma halidir, süresi vardır, tekrar savaşa da evrilebilir, kalıcı barışa da.
Sağduyulu, sevgi şefkat yüklü, anlayışlı dost telefonlarla kendime geldim, şimdilik. En azından içimdeki deprem yaralarını sarmaya, onarmaya, hasarlı yerleri belirleyip güçlendirmeye başladım.
10 gün sonra banyo
8 gün sonra sokağa çıktım. 10 gün sonra (nihayet) banyoya girdim, yıkanmadım da sanki kırklandım. 12 günde en korktuğum (ama en sevdiğim) yerlerden Alsancak’a indim, evde, büroda oturdum, bir kitapçıda depremi bir saniye bile düşünmeden kitaplar arasında saatler geçirdim. Kitap aldım, yeniden gitmek üzere bulamadıklarımı sipariş verdim.
Depreme çıplak yakalanma korkusu
Banyoya girmek ama yıkanamamak… “Deprem korkusu”nun, “depreme çıplak olarak yakalanma korkusu”yla neredeyse eşdeğer yürüdüğünü görmek ve bu “çıplak korku”nun daha ziyade kadınlara mahsus olduğuyla yüzleşmek… Depremin içimizdeki farklı fay hatlarını da tetiklediğinin en somut örneklerinden biri oldu şahsım için. Kadın bedeni ve çıplaklık üzerine nasıl inşa edildiysek, ne çok korkutulduk, ne çok ayıplanmaktan korktuysak artık, “Depreme yakalanayım ama yeter ki çıplak görmesinler” deme cüretine kadar içimize çöreklenmiş ya bu, pes! “Yaşadıklarımızdan veya gördüklerimizden yola çıkarak: Bize potansiyel zarar verebilecek, değer verdiğimiz bir şeyi kaybetmemize sebep olacak (kısacası bizi üzecek) her türlü durum veya olay, bizim için korkunun kaynağı olabilir” de… “Çıplak görünme/bulunma korkusu” nedir Allahaşkına?
Sırf bu yüzden bile kendi mağaramıza dönüp yeniden bakmak için yetmez mi bu korku?
Korkuyu yazmak
Yaşadığım sarsıntının altından kalkabilmek için “sesimi duyan var mı” demek, bu sese koşturanların uzattığı eli sımsıkı tutmaksa çıkış… En nihayetinde yaşadığım ve çok utandığım beni yere mıhlayan korkuyu yazmaktı üçüncü adım. Bu cesareti de kadri kıymeti çok da bilinmemiş bir yazardan, 1960’larda yazmaya başlayan öykücü kuşağının ilk akla gelen adlarından Necati Tosuner’den aldım. Yazının iyileştirici gücünü bilsem de bu kez hatırlatan, farkına varmadan cesaretlendiren o oldu sağ olsun.
“Ben yazdım, oldu!” anlayışından sakınma, bende yerleşti, alışkanlığı da geçen bir ‘kendiliğinden öyle’ durumuna dönüştü. Yazarken, kalem nereye gidiyorsa, bırak gitsin! Çağrışımların bizi ulaştırdığı yerden ille de hoşnut kalmamız gerekmez.”
Kendimle olan meselede önemli yol kat etmiş biri olarak, ‘kendime’ değil ‘kentime/kentlime’ dönük depremden kalanlara da bakmak ve yazmak, an meselesi artık. Dostlarımın “bir süre deprem haberlerinden/görüntülerinden uzak kal” nasihatlarına rağmen her haberi, her görüntüyü, her yorumu biriktirerek ve daha çok alınacak yol olduğunu bilerek, zihnimde dondurduğum mesleğe kaldığı yerden başlayarak…
“Kendime dönük” yaşadığım bu süreçten “dostlarla, profesyonel öğütlerle” çıkmış biri olarak, yaşanmışlıktan, halden bilirlikten güç alarak, son bir kelamım olsun sizlere.
Mutlaka yardım alın
En ihtiyacımız olduğu zamanda sosyalleşmemize, birbirimize, sevdiklerimize mesafe koymamıza neden olan Allahın cezası virüs bizi, sevdiklerimizin omzuna yaslanmaktan, sırtını sıvazlamaktan, elini tutup öpmekten, saçlarını okşamaktan alıkoysa da, kalan ne varsa, o bile bir şifa. Dokunamasak da konuşmak, aramızda mesafe olsa da yüz yüze bakabilmek, telefonlaşabilmek…
Eğer hala sırt, bel, baş, omuz ağrılarınız canınızdan bezdiriyorsa, hala uykuya dalmakta zorlanıyor, gecenin bir yarısı kabuslarla aniden uyanıp bir daha uyuyamıyorsanız, ne evde kalmak ne dışarıya çıkmak istiyor ve ikisinin arasında cehennem azabı yaşıyorsanız, okuduklarınızdan, izlediklerinizden hiçbir şey anlamıyor, konsantre olamıyorsanız, çok yiyor ya da ölmeyecek kadar yiyor ama yediklerinizden zerre tat almıyorsanız, banyo yapmaktan hala sakınıyorsanız, sürekli sallanıyormuş gibi hissediyorsanız ve kaygınız/endişeniz/korkunuz ilk günkü deprem anındaki gibiyse… Lütfen yardım alın, yardım isteyin. Bunun bir güçsüzlük/acizlik değil, tam tersine yaşama tutunmak için, yerden doğrulmak için bir güç almak olduğunu bilerek isteyin. Çaresizliğinizi beslemeyin.
Sevdiklerimiz için korkularımız, kaygılarımız ne kadar gerçekse, eğer biz iyi olmazsak, onları koruyabilmemizin mümkün olamayacağı da bir o kadar gerçek çünkü. Korku gibi, deprem gibi…
*Necati Tosuner'in, iç hesaplaşma ve bu hesaplaşmanın engebeli arazisi üzerine kurulu yeni kitabı 'Sen ve Kendin'den. (İş Bankası Kültür Yayınları)
(NÖ)
*Bu yazı daha önce gercekizmir.com'da yayımlandı.