Okuduğum, sevdiğim kitaplar üzerine yazmayalı çok uzun yıllar oldu. N. G. Çernisevski'nin meşhur kırmızı kapaklı “Nasıl Yapmalı?” romanından yola çıkarak, kapitalizmin ‘Sevgililer Günü'nü anlatmaya çalışmıştım ilk gençlik yıllarımda.
Ve en son 2010 yılında Yaşar Kemal'in “Bugünlerde Bahar” İndi kitabını anlatan bir haber yapmıştım.
O kadar değerli çok eser okudum ama her zaman yazacak ilhamı yakalayamadım. Şimdi anlatacağım kitabın kendisi kadar yazarı Elana Gavuraki de ilham kaynağı oldu bana.
Adalar Belediyesi'ne elinde yeni çıkmış romanıyla gelen hayat dolu, kıpır kıpır Elana Gavuraki ile tanışmamıza vesile olan kitabın kapağını açmam ve heyecanlanmam bir oldu.
Elana Gavuraki’nin “özgeçmiş” başlığı altında kendisini anlattığı cümleler o kadar içten, o kadar samimi ve o kadar bizden ki! Kadın haklarından, feminizmden, bahseden yazar, sistem karşıtlığıyla gönlümü fethetmişti çoktan.
Tarihe yakından bakmak
Romanının yazarı Elena Gavuraki Heybeliadalı. Haftanın beş günü Kadıköy’den Büyükada’ya yolculuk yaptığım Ada Vapuru'nda okuduğum “Konağın Alfabesi” ile Ada’dan her geçişimizde selam çaktık Heybeli’ye. Gavuraki’nin kitabı sayesinde Heybeliada’nın tarihini daha detaylı öğrenmiş oldum.
Yazar, Adalar’ın tarihini, mekânlarını ve zamanla uğradığı değişimi büyük bir araştırma sonucuyla ve betimlemelerle ortaya koyuyor.
Ada’nın o muhteşem doğasını, Ada hayatını, Ada insanının yaşam biçimini, özgürlüğünü romanına yansıtırken; dil, din, ırk ayrımının Adalar’da olmadığını da karakterlerin ağzından incelikle veriyor:
“Buralar için bilmeniz gereken tek şey kimse kimsenin dinine bakmaz. Kimse kimsenin ne olduğunu sorgulamaz. Tüm insanlara değer verilir. Herkesin kutsallarına saygı duyulur…”
Elena Gavuraki “Konağın Alfabesi” ile bizi yalnızca eski Adalar’a götürmüyor, ülkenin tarihine de ayna tutuyor. Yakın dönemin siyasal, sosyal, ekonomik, toplumsal gelişim ve değişimin izlerini sürüyor:
“Yüz elli senelik hayatım boyunca fakirlik de gördüm, zenginlik de. Şaşa ve köhnelik. Deprem, fırtına, dolu, yıldırımlar… Hayırsız Ada’daki köpeklerin havlamasıyla atmosferin inlediği matem dolu günleri… İnsanların acımasızlığından vicdanların burkulduğu karanlık zamanlardı. Savaşa gitmemek için benzerlerimin tavan arasında aylarca saklanan gençler… Asırlarca, nesiller boyu yaşadıkları toprakları mübadele sonucu terk etmek zorunda kalanlar… Gelip yerleşenlerde ayrı dert, gidenlerde ayrı keder! Acı, ölüm, göç ve kalp kırıklığı topografyamın kaderiydi sanki. Belki de bunun için ağaçları sevmiyordunuz. Pek çoğunuz kök saldığınız vatanlarınızdan koparıldığınız için.”
Gizlemek ve gizlenmek
Sınıfsal sorunları da romanına yansıtan Elena Gavuraki, toplumsal yargılara, cinsiyet eşitsizliğine de başkaldırıyor. Dinin, toplumsal yargıların kadını nasıl hapsettiğini, doğal olan bedenin, biyolojinin nasıl ayıplanan bir nesneye dönüştürüldüğünü ve özgürlüğe nasıl prangalar vurulduğunu karakterlerin yaşamıyla, anlatımlarıyla gözler önüne seriyor:
“Herkesin bir lakabı olan buralarda Dilistan’a Delistan diyorlardı. İçindeki çocuk özgür olduğu için göze batıyordu. Evcilleşmiş hayvanlara ya da sabilere mahsus saflık ve sevgi ile donanmıştı. Acı çekmiş, hırpalanmış, hor davranılmış olmasına rağmen asla kirlenmeyen yüreğini ben de sevmiştim. Düz, çıplak, yalın… Öyleleriyle karşılaşmak pek mümkün değildi. Özellikle kadın cinsinde! Kızlara bebekliklerinden itibaren örtmek, örtünmek, gizlemek ve gizlenmek öğretiliyordu…
"Ört' derler! Kızlar da göğüslerini, benim pencereme takılan demir parmaklıklara benzeyen sütyenlerin arkasında hapsederdi. Yüzlerini hava almayı engelleyen peçelerle örterlerdi. Üremesine neden olan aybaşını bile saklaması istenirdi… Doğum yapmasına neden olan dişiliği, bebeği dünyaya geldikten sonra yok olmuşçasına ortadan kaybolmuş gibi davranması üstlendiği rollerden biriydi. Validelik ile kadınlığın, biz taş yığınları aynı şey olduğunu bilsek de, insan kafalarında çoğunlukla aynı kefelere konuluyordu. Dilistan’ın bu konudaki şansı şansızlığındandı. İlgisiz annesi sayesinde, toplumun genel kurallarından uzak büyümüştü. Muhtemelen o da benim gibi bazı garipliklerinizi anlamıyordu. Bakirelik dediğiniz deri parçası yüzünden bacınızı, evladınızı öldürecek kadar acımasız olmanızı örneğin. Ben, evler bile yaşasın derken, siz çocuklarınızı, kardeşlerinizi katlediyorsunuz. Kaya parçalarından ve kalastan oluşan bendim ama taş kalpli ve yontulmamış olan sizlersiniz.”
Romanını tarihi bir konak ağzıyla anlatması ise sıra dışı. Konak, kendi içinde yaşayan kadınlar ve konağın beyinin tüm hallerine şahit olurken, gördüklerini yer yer esprili bir dille anlatıyor.
Bir solukta okunan roman, aynı zamanda bir belgesel niteliğinde.
Eylül ayında Kanguru Yayınları tarafından yayımlanan Konağın Alfabesi 304 sayfa.
(AK/EMK)