İleri yaşta geçirdiğim bir dizi ameliyatın sarsıntılarıyla boğuşurken Brüksel'in Josaphat Parkı'nı ıhlamur çiçeklerinin baş döndürücü kokusunu içime çekerek binbir güçlükle arşınladığım günleri hayli geride bıraktım...
Ihlamur ağaçları tüm görkemiyle hep yerli yerinde... Ama artık mevsim yaz... Kokulu çiçekleri tohuma kaçtı... Atkestaneleri parkın ilk yaprak dökenlerinden... Söğütler, gürgenler, meşeler, kayınlar, kavaklar, çınarlar sıralarını beklemekte...
Bilgisayar başında dört, beş saat aralıksız süren sabah mesaisini tamamladıktan sonra kendimi Schaerbeek'in sokaklarına atıyorum... Teselli ararcasına yanı başımızda uzanan Voltaire Caddesi'ne dalıyorum... “Düşüncelerinizi paylaşmıyorum, ama onIarı savunabiImeniz için hayatımı feda etmeye hazırım” diyen Voltaire'i düşünüyorum...
Ardından yine Josaphat Parkı... Belçikalı, Türk, Kürt, Ermeni, Faslı, Cezayirli, Arnavut emekli işçi dostlarım... Ayaküstü hal hatır sormalar... Geldiğimiz ülkelerin de, Belçika'nın da sorunları üzerine dertleşmeler... Parkın iki eşeğine, Camille ve Gribouille'a birer havuç ikram ediyorum... Şelaleciğin olduğu geçidi aşar aşmaz hiç beklenmedik bir sürpriz... Yerler pıtrak pıtrak kızılcık meyveleri...
Gördüklerim beni birden 75 yıl önce Anadolu bozkırındaki çocukluk günlerime götürüyor... Cılız dereciklerin kenarlarında birer güzellik abidesi gibi yükselen kızılcık ağaçları... Dökülen kızıl meyvelerini yerden avuç avuç toplayıp hazların en güzelini tattığımız o savaş yoksulluğu yıllarına...
Josaphat Parkı'ndakileri de toplayıp o hazzı 75 yıl sonra bir daha tatmaya niyetleniyorum... Ne mümkün? En yorgun zamanlarımda dahi sabahlara kadar uyutmayan kramplar yüzünden bitkin düşmüş, dizbağları tutmayan bacaklarımı kıvırarak o güzelim kızılcıkları yerden toplayıp ya da ağacın dallarından kopartıp tadına bakamadan uzaklaşıyorum. İçimde tarifsiz bir burukluk...
Ve de birden 53 yıl öncesi geliyor gözlerimin önüne...
İstanbul... Türkiye İşçi Partisi'nin sosyalist düşünceyi ve sosyalist örgütlenmeyi kitlelere kabul ettirmek için büyük uğraş verdiği dönem... Bir yandan ardı arkası gelmez saldırılara karşı direniş... Öte yanda Genel Başkan Mehmet Ali Aybar’ın da sürekli katıldığı ilk büyük kongrenin onayına sunulacak parti programını hazırlama çalışmaları...
Ve bir gece uzun tartışmalardan hepimiz yorgun düşmüşüz... Arkadaşlardan biri öneriyor: "Moral tazelemek için haydi Şişli'deki As Kulüp'e gidip Tülay German'ı dinleyelim..."
As Kulüp Türkiye'nin seçkin aydınlarından ve Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) ilk üyelerinden Erdem Buri'nin halk müziğini değerlendirmek için Tülay German'la birlikte kurduğu bir gece kulübü...
Enfes sesi ve ajitatif ritmiyle o gece Tülay German bizlere bütün yorgunluğumuzu gerçekten unutturuyor, önümüzdeki günlerde kavgayı daha kararlı sürdürmemiz için moral veriyor.
Burçak Tarlası... Dere geliyor dere... Ve kavgamızın rengini dile getiren o güzelim Keşan türküsü:
Kızılcıklar oldu mu,
selelere doldu mu hey.
Gönderdiğim çoraplar,
ayağına oldu mu?
Tülay o güzel sesiyle daha sonraki sürgün yıllarında Türkiye devrimcilerinin direnişini tüm dünyaya tanıtacaktı… Onun büyük aşkı ve yaratıcı eşi Erdem'i ise 1993 yılında kaybedecektik.
Türkiye’deki TİP döneminden bir kızılcık anısı daha var ki unutmak mümkün değil… Hemen her yıl kızılcıklar manavların tezgahlarını renklendirdiğinde İnci (Tuğsavul), mutlaka birkaç kilo alır, önemli bir kısmını Tekel votkasıyla karıştırarak birkaç şişe “kızılcık votkası” yapardı. Sonbahar kış aylarında Kazancı Yokuşu’ndaki evimize gelen dostlarımızı mutlaka bir kadeh kızılcık votkasıyla ağırlardık.
Sürgüne çıkmadan önceki son kışımızdı İstanbul’da… Efsanevi 15-16 Haziran direnişinin artçı sarsıntıları sürüp gitmekte… Kısa süre önce yapılan Türkiye İşçi Partisi 4. Kongresi partinin fiilen bölünmesiyle sonuçlandığı için, Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) Genel Başkanı Kemal Türkler ve arkadaşları birleştirici yeni bir sosyalist örgütlenmenin yoklamalarını yapmakta…
Türkler bir akşam Türkiye Maden İşçileri Sendikası (Maden İş) yöneticilerinden Şinasi Kaya ile birlikte yeni gelişmeleri görüşmek üzere bize geliyor… Saatlerce süren siyasal görüşmeleri “kızılcık votkası”yla noktalıyoruz. 1962’den beri yakından tanıdığım, dostlarıyla özel görüşmelerinde dahi "başkan ağırlığı”nı hep koruyan Türkler, o gece ilk kez tattığı kızılcık votkasından öylesine hoşlanmış ki bir kadehle yetinmiyor, görüşmemiz tam bir yakın dostlar sohbetine, dertleşmesine dönüşüyor...
O uzak ve bir daha tekrar yaşanamayacak günleri neredeyse gözlerim yaşlı anarak parktan çıkıp tekrar Voltaire Caddesi'ne dönerken ilk dizeyi hüzün içinde kendi kendime tekrarlıyorum:
Kızılcıklar oldu mu?
Evet, kızılcıklar her yıl Ağustos-Eylül aylarında olmakta, selelere dolmakta…
Kızılcıkların rengini verdiği sosyalizm mücadelemizin olgunlaşması ise her daim yeni bir darbeyle engellenir, sosyalizm ağacımız kırağı yemiş tüm meyve ağaçları gibi büyük bir sabır ve özveriyle kendini toparlamaya çalışarak büyük umutlarla yeni baharlara hazırlanır.
Voltaire Caddesi'nden çıkarken tekrar tekrar soruyorum kendi kendime:
İslamcı faşizmin büyük bir azgınlıkla Türkiye'nin üstüne çöreklendiği bu karanlık dönemde yeni bahar ne zamana?
Evet, yeni bahar ne zaman? Kızılcıkların olacağı yeni bahar ne zaman?
Sadece Türkiye’de mi?
Birden kendimi epey uzaktaki Jean Jaures Caddesi’ne atmak geliyor içimden…
Enternasyonal dayanışmaya, savaş karşıtlığına adanmış yaşamına bir kahpe kurşunla son verilen bu büyük sosyalist lidere, saygı duymamın bir başka özel nedeni de var… Osmanlı’daki 1915 Ermeni Soykırımı’nı ilerici örgüt ve şahsiyetlerin büyük çoğunluğu sessizlikle geçiştirirken, Fransa Millet Meclisi’nde geçen yüzyılın bu ilk büyük insanlık suçuna karşı sesini yükselten lider o…
Ama bacaklarımın dermansızlığı Jean Jaures Caddesi’ne gitmeme elvermiyor… Voltaire Caddesi üzerinden hızla eve dönüp bilgisayarın başına çöküyorum.
Sağlığım konusunda kendisininkileri unutacak kadar endişeli İnci soruyor: “Neyin var?”
“Hiç” diyorum… "Biraz nostalji… Tülay’dan 'Kızılcıklar Oldu mu?'yu dinlemek istemez misin? Josaphat Park’ındaki kızılcıklar olmuş da…" (DÖ/HK)