* Bu yazıyı Doğan Özgüden'in Facebook sayfasından kullandık.
Artıgerçek'te bugün yayınlanan yazım ölüm üzerineydi... Ölüm bu kez en kadim dostlarımızdan usta gazeteci Güneş Karabuda'yı koparttı bizlerden...
Tıpkı geçen yılın 7 Ekiminde kendisi gibi gazetecilik mesleğinin devlerinden biri olan sevgili eşi Barbro Karabuda'yı kopartıp aldığı gibi...
85 yaşındaki Güneş birkaç yıldır amansız bir hastalığın pençesindeydi.
Barbro'nun ölümü üzerine yazmış olduğum gibi, Karabuda'lar 60'lı, 70'li ve 80'li yıllarda tüm dünyadaki ulusal kurtuluş ve demokratik direniş hareketleri üzerine sayısız röportaja imza atmış bulunan iki "grand reporter"dı.
1933 yılında İzmit'te doğmuş olan Güneş Galatasaray Lisesi'nden mezun olduktan sonra gazeteciliğe Paris'te öğrenim gördüğü yıllarda başlamıştı. 1961'den sonra Barbro ile birlikte başta İsveç Televizyonu (STV) olmak üzere değişik Avrupa ve Amerika TV'lerine dünyanın dört köşesinden sosyal, kültürel ve siyasal içerikli belgeseller hazırlamıştı.
Her ikisi de 60'lı yıllarda Ant Dergisi'nin önde gelen yazarlarındandı...
Asya, Orta Doğu ve Latin Amerika ülkelerindeki çeşitli röportajlarının yanı sıra özellikle Endonezya'daki korkunç komünist avı üzerine yaptıkları ve Ant'ta kapak olan röportaj islamcı faşist hareketin giderek hızla örgütlendiği, sol ve demokratik kuruluş, yayın ve kişileri açıkça tehdit etmeye başladığı o yıllarda büyük bir uyarı niteliği taşıyordu.
Demirel iktidarı dönemindeki baskılar Kürdistan üzerine yazdıkları bir kitaptan ötürü 1967 yılında Karabuda'ları da hedef almıştı.
Yurt dışında İsveç Televizyonu için bir çok belgesel gerçekleştirdikten sonra biraz dinlenebilmek ve dostlarıyla beraber olabilmek için İstanbul'a gelmişlerdi. Sık sık bir araya geliyor, özellikle yakından tanıyıp izledikleri ulusal kurtuluş hareketleri üzerine izlenimlerini bizlerle paylaşıyorlardı.
21 Temmuz 1967 günü Ant'ın dış politika yazarlarından Hüseyin Baş telefon ederek o sabah Karabuda'ların kalmakta oldukları evi polislerin basarak her ikisini de göz altına aldığını bildirdi.
Ant yazarlarından Yaşar Kemal ile birlikte gözaltına alınma nedenini öğrenmek, bir an önce serbest bırakılmalarını sağlamak için derhal harekete geçtik.
İkisi de Ankara Basın Savcılığı'nın talimatı üzerine gözaltına alınmışlardı ve polis refakatinde Ankara'ya sevk edileceklerdi. Ne ki sevk işlemi hemen yapılmadı ve her ikisi de bütün gün İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nde bir sandalyede bekletildiler.
O sırada Barbro, Ayperi ve Denize'den sonraki üçüncü çocuğu Alfons'a altı aylık gebeydi.
Karabuda'lar nihayet geç vakit polis refakatinde Ankara'ya sevk edildiler.
Esenboğa Havaalanı'nda yirmiye yakın sivil ve resmi polisin telaşlı koşuşmaları arasında «devralınan» Karabuda'lar kimseyle görüşmelerine izin verilmeden bir süre polis amirliği odasında alıkonuldular. Daha sonra jeep'e bindirilerek Ankara Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldüler. Orada da tüm geceyi birer sandalye üzerinde geçirmek zorunda bırakıldılar.
Hamile olan Barbro'nun geceyi bir otelde geçirmesine izin verilmesi için yapılan müracaat da reddedildi.
İki gazeteci nihayet 22 Temmuz günü öğleye doğru Ankara Basın Savcılığı'na sevk edildiler. Ancak orada da hemen sorguya alınmayıp Savcılık kapısında ayakta beklemeye mecbur edildiler.
Gebeliğin de etkisiyle burnundan kan boşanan Barbro, Savcılık kapısında zaman zaman yere oturup bacaklarını uzatarak kendini toparlamaya çalışıyordu.
Nihayet sorguya alındıklarında Basın Savcısı kendilerine 12 Aralık 1966 tarihli sağcı bir dergide ortaya atılan bazı iddiaları ihbar sayarak İsveç'te 1960 tarihinde yayınlanmış olan Fırat'ın Doğusu (Öster om Eufrat – i kurdernas land) adlı kitaplarında Türk Devleti'ni yıkıcı yayın yaptıkları gerekçesiyle haklarında soruşturma açıldığını bildirdi.
Karabuda'lar bu kitabın tamamen etnolojik bir inceleme olduğunu, yıkıcı yayın yapmakla hiçbir ilgisi bulunmadığını kanıtlayınca Savcı kendilerini serbest bırakılmaları istemiyle nöbetçi Sulh Ceza Hakimliği'ne sevk etmek zorunda kaldı. Yargıç da iki günü bulan çileli gözaltından sonra kendilerini serbest bıraktı.
Büyük medya bu olayı hiçbir protestoda bulunmadan sessizlikle geçiştirirken dünyaca ünlü iki gazeteciye uygulanan baskıyı Ant Dergisi'nde şöyle eleştirmiştim:
«İsveç'in NATO'ya dahil bulunmadığını, bu sebeple de İsveç'te NATO üsleri olmadığını bilmeyecek derecede cahil bir kimsenin iftiraları üzerine, değerlerini, kişiliklerini verdikleri eserlerle herkese kabul ettirmiş uluslararası ün sahibi yazarların, azılı katiller gibi evlerinden alınması, hürriyetlerinin tahdit edilmesi, karnında çocuk taşıyan bir kadının göz göre göre 29 saat sandalye üzerinde oturmak zorunda bırakılması tek kelimeyle nitelendirilebilir: Terör! Demirel iktidarı terör yolculuğunda attığı bu başarılı adımla ne kadar övünse azdır! » (Ant Dergisi, 1 Ağustos 1967, Sayı 31)
Tanınmış iki İsveçli gazeteciye yapılan bu müdahale İsveç medyasında büyük tepkilere ve eleştirilere yol açmıştı. İsveç'e dönüşünde Barbro Karabuda kendileri hakkında ihbarı yapanın kim olduğunu açıklayınca skandal daha da büyük boyut kazanmıştı. Barbro gazetelere yaptığı açıklamada şöyle diyordu:
«Hakkımızda yalan yanlış ihbarlarda bulunan kişi Türkiye'nin Stockholm Büyükelçisi Talat Benler'dir. Anlaşılıyor ki bu zavallı elçi, öz memleketi hakkında hiçbir şey bilmemektedir ve 32 milyon Türk'ün 500-600 bin kişilik bir zümre tarafından sömürüldüğünü ancak, İsveçliler gibi, benim kitaplarımdan öğrenmiştir. İşin asıl şaşılacak tarafı da, raporunda her ikimizin de vatandaşlıktan iskatımız cihetine gidilmesini tavsiye etmek suretiyle elçi Türk adliyesine tesir cüretini de göstermiştir.» (Ant Dergisi, 26 Eylül 1967, N° 39)
İktidar uşaklığını benimsemiş bazı hariciyecilerin yurt dışındaki muhalifleri vatandaşlıktan attırma gayretkeşliği demek ki o zaman başlamış... 80'li yıllarda ve de hele şimdilerde hariciyede kariyer yapmanın vazgeçilmezlerinden...
Karabuda'larla dostluğumuz, basın özgürlüğü ve Türkiye'nin demokratikleşmesi için mücadele ortaklığımız biz 1971 darbesinden sonra sürgüne çıktığımızda da devam etti.
Bizi Paris ve Stockholm'de haftalarca ağırladılar, Türkiye'deki cunta yönetimine karşı destek olabilecek tanınmış siyasal liderlerle, gazetecilerle, sivil toplum örgütleriyle ve sendikalarla, ulusal kurtuluş ve direniş hareketlerinin sürgündeki temsilcileriyle ilişkiler kurmamıza yardımcı oldular.
Barbro'yla 1973 sonbaharında büyük bir acıyı paylaştığımız günü anımsıyorum.
Güneş ve Barbro Karabuda, İsveç Televizyonu tarafından 1971 yazında Şili'deki gelişmeleri izlemek üzere görevlendirilmişlerdi. Şili'de iki yıl kadar kaldılar... Başta Cumhurbaşkanı Allende olmak üzere sol iktidarın yöneticileriyle, ülkenin aydınları, sanatçılarıyla çok sıkı ilişkiler kurdular, röportajlar yaptılar.
Şili'den dönüşlerinde İtalya'nın Albisola kentinde birlikte kısa bir yaz tatili geçirdik. Orada röportaj yaptıkları Küba'nın ünlü ressamı Wifredo Lam ile, tatile gelmiş olan Şili Komünist Partisi militanı gençlerle de sık sık beraber olduk... O günlerin ağırlıklı konularından biri Türkiye'deki askeri yönetime karşı mücadele gibi Şili'de bir faşist darbe gerçekleşirse Avrupa'da neler yapılabileceği idi.
İsveç'e dönüşlerinden birkaç gün sonra 11 Eylül 1973 akşamı Barbro ağlamaklı bir sesle telefon etti:
- İhtiyar'ı katlettiler.
Evet, aylardır üzerinde konuştuğumuz kötü ihtimal gerçekleşmiş, Şili'de Amerikancı darbe yapılarak Allende öldürülmüş, kitlesel tutuklamalar başlamıştı.
Birden Albisola plajında sohbet ettiğimiz, hâlâ iyimserliklerini koruyan, Sovyetler Birliği'nin böyle bir darbeye izin vermeyeceğini söyleyen Şili Komünist Partisi üyesi gençleri düşündüm. Ülkelerine dönmüşlerse, mutlaka onlar da içeri alınmış olmalıydı.
Ama olay Barbro ve Güneş açısından daha da acıydı. Allende'yi, sol iktidarın önde gelen yöneticilerini, o iktidarı destekleyen sol aydın ve sanatçıları şahsen tanımışlar, dostluk kurmuşlardı.
Tıpkı iki buçuk yıl önce bize nasıl kucak açtılarsa, artık Şili'deki dostlarını kurtarmaya, kurtulabilenlere Avrupa'da kalma olanakları sağlamaya çalışacaklardı.
Üzerinden 45 yıl geçti...
Eşi Barbro gibi şimdi de Güneş'i artık dönüşü olmayan bir yolculuğa uğurluyoruz.
Geçen yıl Barbro'nun ölümünü Türkiye medyası utanç verici bir sessizlikle geçiştirmişti.
Umarız ki usta gazeteci Güneş'in ölümü karşısında daha duyarlı davranırlar, sadece Türkiye'nin değil tüm dünya halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesine röportajlarıyla büyük katkıda bulunan bu iki meslektaşımıza gerekli saygıyı göstermekte kusur etmezler.
Sevgili Güneş, sana uğurlar olsun... Gitmekte olduğun sonsuzlukta kavuşacağın sevgili Barbro'yu bizler için de kucakla...
Güneş Karabuda hakkında1933'de İzmit'de doğdu.Galatasaray Lisesi'ni bitirdikten sonra Paris'te hukuk öğrenimini yarıda bırakıp bir süre gazetecilik ve foto muhabirliği yaptı. 1960'ta eşi yazar ve yönetmen Barbro Karabuda'yla televizyon filmleri yapmaya başladı. Başta İsveç Televizyonu olmak üzere değişik Avrupa ve Amerika televizyonlarına, dünyanın dört köşesinden yüze yakın sosyal, kültürel ve siyasal konulu belgesel hazırladı. Uzun yıllar Ortadoğu ve Uzakdoğu ülkelerinde çalıştı. Afrika'da ve Latin Amerika'da çekimler yaptı. Şili'de Allende iktidarı sırasında İsveç Televizyonu'nun Latin Amerika temsilciliğinde bulundu. Gine-Bissau, Mozambik, Zimbabwe'nin (Rodezya) bağımsızlıklarına kavuşmalarına kamerası ile tanık oldu. Aralarında Nuhun Gemisi (1961), Ateşte Yürüyenler (1966), Mayıs 68 Paris (1968), Vietnam Cehennemi (1969), Pablo Neruda (1971), Boğaziçine Sığınanlar (1990), Turkuaz (1990) gibi yapıtların da bulunduğu birçok belgesele imza attı. Başta eşi Barbro (Menekşe Koyu) olmak üzere Tunç Okan (Otobüs) Ömer Kavur (Yusuf ile Kenan) ve Türkân Şoray'ın (Yılanı Öldürseler) uzun metrajlı filmleriyle TRT için çekilen bazı oyunlarda (Kaldırım Serçesi, Keşanlı Ali Destanı) görüntü yönetmeni olarak görev yapan Karabuda'nın Jacques Preevert'in şiirlerini görüntülediği Paris (1961) adlı fotoğraf kitabının yanısıra Mekke'ye Yolculuk (1966), Türkiye (1967) ve Gine-Bissau (1976) adlı kitapları bulunuyor. |
Barbro Karabuda hakkındaİsveçli gazeteci, yönetmen, belgeselci. 16 Temmuz 1935'te İsveç'in Lidköping kentinde doğdu. İsveç Televizyonu'nda muhabir olarak çalıştı. İlk üç belgeselini eşiyle birlikte Anadolu'da çekti. Bunlar "Nuh'un Gemisi", "Anadolu Uygarlıkları" ve "Tarihte İstanbul"... 1991 yılında "Menekşe Koyu" adlı filmin yönetmenliğini yapmış, senaryosunu ise Yaşar Kemal'le birlikte yazmıştı. Filmin görüntü yönetmenliğini de Güneş Karabuda üstlenmişti. "Bir Yazarın Portresi" adıyla Yaşar Kemal belgeseli çekti. 1950'li yıllarda İsveç'ten gelip Ege'nin küçük bir köyüne yerleşir. "Zeytin Ağacının Gölgesinde" adlı kitabı 1980'li yıllara kadar uzanır. Çok partili hayatın ilk seçim gezilerini İnönü'nün yanında izler... Samanpazarı'nda "Adana Canavarı"nın meydanda asılmasına tanık olur. |
(DÖ/EKN)