Ülkeyle ilgili korkularımın gelecek kaygısıyla harmanlandığı bir dönemde… Sohbetiyle beni her zaman dinginleştirmiş psikiyatr arkadaşım, ülkenin hiçbir zaman doğru dürüst bir demokrasiyle / hukukla / adaletle yönetilmediğini, ‘insan insanın kurdudur’u hiç unutmamam gerektiğini, bu sözün insanlık tarihi boyunca hep var olduğunu/var olacağını… Ve bu mealde ‘Pasiflora cümleleri’ni sıraladıktan sonra yüzümde dolaşan ‘ama’lara, itiraza hazırlanan kaşlarıma karşı, ‘hadi söyle bakalım, hangi zamanda yaşamak isterdin, şu dönemde dünyaya gelseydim diyebileceğin bir zaman dilimi var mı senin’ diye soruvermişti pat diye. Hiç düşünmemiştim, öylece durmuştum. Sonrasında… Enikonu düşününce, ‘şu tarihlerde ve şu yerde” diyebileceğim net / kararlı / iştahlı bir cevap da bulamamıştım işin ilginci.
“Dünya cennet değil. Hatta dengesi bozuk, özellikle hayvanların, kadınların, çocukların, engellilerin, LGBTİ’lerin, farklıların zulüm çektiği gıcık bir yer. Onu ulaşamadığınız bir cennet zannetmek, ömür boyu hayal kırıklığı demek.
Dünyanın hakikaten kötü bir yer olduğuna emin olmak ferahlatıcı bir şey bence. Sonra bu dünyanın fenalıklarını kendince bir nizama sokmak, kendini yüreklendirmek için başka şeyler bulmaya fırsat tanıyor"(1)
cümleleri, psikiyatr dostumun bana düşündürdüklerinden sonra, çok tanıdık geldi doğrusu.
Noktayı ise Oğuz Atay’ın, yakın dostu yönetmen Halit Refiğ’e yazdığı mektuplar koydu bir bakıma.
“Yazdıklarında sancılar. Yalnız bırakılmanın sancısı, hasretin sancısı, işlerini yapmalarına engel olanların sancısı. Ve Türkiye sorunları; edebiyat ve sanat dünyasının çeteleri, değer bulamama, çıkar ilişkileri ve ödüller.
“İnsanların içi ölmüş Halit’çiğim. Bana yazdığın satırların arasında seni görür gibi oldum, hayatiyetini hissettim. (Edebiyat yapıyorum sanma.) Ve bu ülke seni üzdü, yordu, gücendirdi. İşte onun için abicim, bu ülkede iş yok. Mektubunda dediğin gibi boş ‘kelleler’ var ve gene dediğin gibi ‘namuslu ve akıllı eser vermeye’ gücü yetmeyenlerin dolapları var.
"Bir insan kendi işiyle namuslu ve samimi bir biçimde uğraşmazsa vaktini nasıl geçirir? Onun bunun kuyusunu kazmakla geçirir.”
Dönemin Sait Faik yarışmasında uğradığı haksızlık için en yakın dostuna dert yanışı. Dönemin ilişkilerinden bıkkınlığı. Ve tüm bunlardan dostuna sığınması. Bir çeteye kapılanmamanın sancısı.
“Olmuyor abicim, gerçekten tarafsızlık yok; hatta tarafsızlığa yaklaşan bile yok. Sadece küçük ve –eskilerin deyimiyle- ‘hasis menfaatler’ var. Bu çoluk çocuk ordusu, savundukları ‘eski değerlerimiz’e lâyık değil. Görünüşte birbirine karşı olanlar, aslında birbirinin aynı. Hepsi batsın diye bekliyorum; batmıyorlar da abicim. Çünkü gün uğursuzun. Biri batsa bile, bir benzeri çıkıyor abicim. Arsız otlar gibi.”
Atay’ın mektupları edebiyat tarihimiz için hazine gibi. Oğuz Atay, bugün yaşasa ve mektup yazsaydı eminim ki aynı cümleleri kuracaktı.” (2)
*
Yakın bir zamanda, Ege Ekonomiyi Geliştirme Vakfı’nın (EGEV) yönetim kurulu toplantısına katılan İzmir iş dünyasının saygın ismi Uğur Yüce, kurucusu olduğu bu vakfın yönetim kurulu toplantısına ‘deneyimlerinden / öğütlerinden / yol göstericiliğinden’ faydalanmak üzere davet edilmesinin önemini, bilgi dağarcığından seçtiği bir notla ifade etmişti.
“Le Monde’da 60’lı yıllarda Türkiye ile ilgili bir kez manşet atılmıştı, ‘Kıymetler Mezbahası’ başlığıyla. L’abattoir des mérites…
"Türkiye’nin manşet olduğu bir başka sayısı da yoktur Le Monde’un. Bu ülkede kıymet bilmezlik, değerleri cömertçe harcamak maalesef yeni değildir, son da olmayacaktır.”
Toplantı bitiminde, o manşetin Yassıada duruşmalarını izlemeye gelen Le Monde muhabirinin yazdıklarını kapsadığını öğrenmiştim sevgili Uğur Yüce’den. Eğer o manşeti arşivinden bulabilseydi, günümüzle örtüşen pek çok cümleye rastlayacaktım muhtemelen. Ama başlık, ‘kıymetler mezbahası’ bile bize ne kadar çok şey anlatıyordu. Kıyıma uğrayanların (diri diri) gömüldükleri mezarlığın dolmadığını, gömüye kapatılmadığını ve daha üzerine toprak atılacak ne çok değer, ne çok kıymet olduğunu da… Görüyoruz, tanığız. Yıllarca dirsek çürütmüş, sahte / çalıntı tezlerle değil akıl, bilgi ve birikimleriyle yükseldikleri üniversitelerden ihraç edilmiş akademisyenleri… Ülkeyi terk etmek için sıraya girmiş bilim insanlarını, sanat insanlarını…
Gerçek gazeteciler ya hapiste, ya işsizken… Bilgi, erdem, liyakatle değil de çukurlaşabilme yetenekleriyle vardıkları mevkilerde elde kürek, tozu dumana katan, cürmünden fazlasını yakanları…
Çok uzun bir liste. Akademisyenler, öğretmenler, gazeteciler ön sıraya çıkmış gibi görünse de her gün yeni eklemelerle büyüyen listede her mesleğin çok sayıda kıymetli/değerli temsilcisi var. Çirkinliğin hırsıyla büyüyen hudayinabitleriyle(3)…
İnsanı bakıp düşündüren, kahırlandıran, utandıran, koyu karanlık sonu görünmeyen… ‘Sosyal ölüler’le birlikte cellatlarının da daha görünür olduğu bir liste…
“Çünkü gün uğursuzun hala. Biri batsa bile, bir benzeri çıkıyor, arsız otlar gibi.” (4)
(GS/HK)
(1) Metin Solmaz
(2) Ali Oktay Özbayrak/Duvar
(3) Başıboş büyümek
(4) Oğuz Atay