Blogunuzda "idealizm sömürüsü"nden bahsediyorsunuz. Biraz açar mısınız?
T: Patronların daha samimi, güvenilir göründüğü, hanımlı beyli hitap şekillerinin olmadığı, sert bir hiyerarşinin gözetilmediği bir sektör yayıncılık. Dışarıdan bakıldığında tam da böyle görünüyor, koşullarımız diğer birçok sektöre göre daha rahatmış gibi algılanıyor ve bu yüzden idealize ediliyor. Oysaki maruz kaldığımız baskılar, yaşadığımız sorunlar açısından bir plaza çalışanından pek de farkımız yok. Üniversitelerin ilgili bölümlerinden mezun ya da farklı bir branşta eğitim aldığı halde okumayı yazmayı, kitaplarla haşır neşir olmayı seven birçok gencin içinde olmayı arzuladığı bir ortam yayıncılık. Tam da bu nokta, yayıncı ya da editör olmak isteyen birçok stajyerin de, yemek ve yol paraları dahi verilmeden, emeklerinin, özverilerinin fazlasıyla sömürüldüğünü belirtmek gerekiyor.
A: Kimse ofis çalışanı olduğunun, hatta çalışan olduğunun bile farkında değil. Çünkü o editör, redaktör vs. kimliğini o kadar benimsemiş ki... Zaten muteber bir iş yaptığını düşündüğü için kendini ve işini başka bir yerde görüyor. Yani sınıf bilinci de mesleki kimliğin verdiği tatminden dolayı yok oluyor, bir tür sinizm sirayet ediyor. Bir de sektörde aile vurgusu, hatta dayatması var. Biz bir aileyiz söylemi nedeniyle çalışanlar kendi konumu unutuyor ve aileye dahil olmak için de hangi koşullarda ne kadar çalıştığını gözardı edebiliyor. Aslında aile olarak benimsediğin yer sürekli senin aleyhine işliyor. Bu muhafazakâr ve muktedir aile söylemi de güçsüzü hiç korumuyor.
S: Beyaz yakalı olup beyaz yakalılara tepeden bakmak gibi biraz. İdealize ettiğin alana girdiğinde bir süre sonra iş tanımın belirsizleşiyor. Editörken bambaşka işlerle uğraşırken buluyorsun kendini. Emeğin değersizleşiyor, kitap bile okumaya zamanın olmuyor. Okumayı sevdiğin için idealize ettiğin işi artık severek değil iş olsun diye, memuriyetle yapıyorsun. Aldığın parayla ev kiranı bile ödeyemiyorsun üstelik.
Sizler nasıl bir idealizm üzerinden girdiniz sektöre?
A: Emeğinin somut bir karşılığı var, bir kere kitap hazırlıyorsun. Hizmet sektöründeki, finans sektöründeki gibi uçup giden bir şey değil de, birebir uğraştığın, emek verdiğin, gayret gösterdiğin bir çalışma... Bir de diğer sektörlerin yarattığı rekabet ortamından uzak, yırtıcılıktan, birtakım alicengiz oyunlarından, kariyerizmden uzak bir sektör olduğunu düşünmüştüm, daha korunaklı bir alan olarak görüyordum.
S: İçine girdikten sonra o kadar korunaklı olmadığını görüyorsun tabii. Sosyal olmanı bekleyip tuttuğunu koparmanı istiyorlar. Yani herhangi bir şirketteki koşullardan farkı yok, beklentiler aynı. Büyüme, rekabet ve sektörde güç haline gelme isteği ile herhangi bir şirketle aynı saldırgan politikaya sahipler aslında.
T: Hemen hemen hepimiz farklı alanlarda eğitim aldık, ama yayıncılık/editörlük yapmayı istememizin en önemli nedeni, okumayı yazmayı sevmemiz. Türkiye’nin koşulları düşünüldüğünde sevdiği işi yapan insanların sayısı oldukça az. Biz de o mutlu azınlıktan olmak istedik sanırım. Ama işin içine girince gördük ki, bu o kadar kolay değil. Ortalama uzunlukta bir kitabı sindire sindire, hakkıyla yayına hazırlamak için gereken süre aşağı yukarı bir buçuk, iki ayken, senin o yayınevinde, yayınevinin de o sektörde var olabilmesi için zamanla yarışmak zorundasın. Büyük ya da küçük diye ayırmadan her yayınevinde bir ayda yayımlanması gereken kitap sayısı belli, çünkü bu sektörün çarkını döndüren aylık baskı sayısı. Bu çarkın içine girdiğinde de ne kendini yetiştirebiliyorsun, ne de yaptığın işten keyif alabiliyorsun
YEK nasıl oluştu? Nasıl bir araya geldiniz?
S: Konuşurken sorunlarımızın ortaklığını fark ettik. Kurtarılmış olduğunu varsaydığınız bir alanda mobbing’e maruz kalacağınızı düşünmezsiniz ama yaşadıklarımızı birbirimizle paylaştığımızda gördük ki vahşi diye addettiğimiz sektörlerde çalışanların başına gelen her türlü olumsuz ve tatsız durum bizim de başımıza geliyor. Çoğu insan o idealize edilen yayınevlerinin çatısı altında olmak için kendinden, vaktinden vererek çabalıyor. Buna rağmen çalışanların yapılan işler ve çalışma koşulları üzerinde hiçbir söz hakları olamıyor. Bir hata olduğunda ise, hiçbir söz hakkınızın bulunmadığı bir ortamda bireysel olarak suçlanıyorsunuz. Oysa yayıncılık kolektif bir iş, çünkü bir kitabın hazırlanış aşamasında tek kişi değilsiniz.
Editörlerin ve çevirmenlerin kurduğu başka platformlar var, YEK bunlardan farklı olarak nasıl bir oluşum?
S: Biz daha emekçi, çalışan cephesinden bakmak istedik, hem de tam olarak o unvanları ekarte etmek istediğimiz için bu platforma ihtiyaç duyduk. Bir meslek örgütü değil, yani bir Tabipler Birliği gibi değil; daha çok bir alan, emek örgütü.
T: Aramızda editör, çevirmen, redaktör, depo sorumlusu, grafiker, pazarlamada görev almış arkadaşlarımız var. Yani sadece editörlerin ya da çevirmenlerin değil, kitabın yayına hazırlanışından depolanmasına, pazarlamasından sunuşuna kadarki süreçte yer alan ya da almış herkesin yaşadığı sorunları görünür kılmak için kuruldu YEK. Bizim için, işin entelektüel kısmından ziyade “emek” kısmı önemli.
Ayşe sen nasıl işten atıldın?
A: Son işim büyük bir istek ve mutlulukla gittiğim ve kendimi adadığım bir yerdi. Büyük bir özveriyle çalıştım. Bir noktadan sonra her şeyin aleyhime olduğunu gördüğümde bazı şeyleri sorgulamaya başladım. Zihinsel ve fiziksel olarak yorgundum ve buna bağlı olarak da eskisi gibi her şeyi olduğu gibi kabul etmemeye başladım. Sürekli "soğuk, asosyal, geri planda" vb. olmakla eleştiriliyordum. Bir gün öğle yemeğinden geldikten sonra "sosyal" olmadığım gerekçesiyle işten atıldım. Benimle çalışamayacaklarını, beni bu konuda çok uyardıklarını, üstelik son zamanlarda az çalışmaya başladığımı vb. söylediler. Herhalde başka herhangi bir yerde, gerçekten çalışmadığım düşünüldüğünde bir uyarı alırdım ya da en azından asosyal olmak gibi bir nedenle işten birkaç saat içinde çıkarılamazdım. Çünkü zaten yaptığım iş sosyallikten ziyade dikkati, odaklanmayı, çok çalışmayı gerektiriyordu.
Yetersizsin vurgusu var yani yine klasik olarak.
A: Evet. Zaten sektörde dayanışma bağlamında genelde yalnızız ve birileriyle dayanışamadığımız sürece de özgüven kırılması yaşamak ve yetersiz hissetmek çok kolay. Çünkü zaten bunu hissetmeni istiyorlar. Bu işi isteyen çok fazla insan olduğu düşüncesiyle ve bu işi hak etmenin çok zor olduğuna dair bir kibirle sürekli bir rekabet içine sokuluyor çalışanlar, sürekli yetersizlikleri gündeme getiriliyor. Genel olarak beyaz yakalıların maruz kaldığı bir şey bu aslında. Plaza Eylem Platformu’ndakilerin deneyimlerini dinlediğinizde de ayni yetersizlik vurgusunu görüyorsunuz.
Yayınevinde çalışan bir arkadaşıma da aynı baskı vardı. Patronu görünmez ve çekingen olduğunu söylemiş, bir de "kabuğunu kırmalısın" diyerek telkinde bulunmuştu. Bülent Arınç da "sosyal nesiller yetiştirmek istiyoruz" diye açıklama yapmıştı geçtiğimiz aylarda.
A: Bütün bunlar ve Arınç’ın, “sosyal, içe kapanık olmayan nesil” isteği tam olarak bir kariyerizm söylemi. Birinin geri planda ve asosyal olduğu için eleştiri alması da... Artık sürekli yeni nesillerden bir şey isteniyor ve hep daha fazlası olmak gerekiyor: daha hızlı, daha özgüvenli, daha yırtıcı, daha güleç, açıkçası daha kariyerist...
Birebir olarak yaşadığınız sıkıntılar sonucunda, örgütlenmek bir ihtiyaç mı oldu?
S: Tek başınıza koca bir sektörle mücadele edemezsiniz.. Üstelik sektör bırakın örgütlülüğü, bir araya gelip dertleşmek için bile fazla kapalı. Başınıza gelen bir olayı gidip bir meslektaşınızla konuşamazsınız, çünkü deşifre olmanız çok kolay. Dolayısıyla bu alanda bir araya gelip dayanışmak çok zor olmakla beraber bir ihtiyaç. Nitekim YEK’e gelen maillerde görüyoruz ki bizim yaşadıklarımızı yaşayan çok kişi var. Bunu görmek bile güç veriyor.
Yayınevlerine dışarıdan çeviri ya da düzelti yapanların hakları nasıl korunuyor?
T: Eğer yayınevi kitabı son anda basmaktan vazgeçtiyse çevirisini ya da düzeltisini yapan arkadaş çeşitli bahanelerle parasını alamıyor ya da çok geç alıyor. Ya da bir çeviri yapıyorsun, o kitap üç yıl sonra yayımlanıyor, paranı da üç yıl sonra alabiliyorsun Aylar önce teslim ettiğin işin parasını alabilmek için defalarca paranı istemen gerekebiliyor. Böyle çok fazla örnek var. Aslında iki tarafın da haklarını koruyan sözleşmeler var ama bu sözleşmeleri daha çok büyük ve kurumsal yayınevleri önemsiyor. Elbette meslek örgütleri de, Çev-Bir gibi, bu alanda çalışanın emeğini korumayı hedefliyor ama yayınevleri bu şartları her zaman kabul etmeyebiliyor.
YEK’in yapacakları neler olacak?
A: YEK, yayınevi çalışanlarıyla söyleşiler yapıp sorunlarının görünür olmasını sağlamak, çeşitli örneklerle yayıncılık dünyasında emekçinin maruz kaldığı kötü koşulları ifşa etmek derdinde olan bir oluşum. Aslında istediğimiz şey, deneyimleri paylaşmak ve dayanışma içinde olmak, yalnız hissetmemek. Bu anlamda dileyen herkes özgün içerik göndererek katkıda bulunabilir, biz de bunları yekolektifi.wordpress.com adresinden yayınlayıp yaygınlaştırabiliriz. Bize ulaşmak isteyenler [email protected]’dan ulaşabilirler. (MK/NV)