Sokakta yürümek bazen, sıradan ve bayağı şeylere gömüldüğümüz gündelik hayhuyda, dünyada olma halimizle, kendimizle bir bağ kurma olanağı sunar bize...
Sokak kişinin kendisinin dışında bir varolma düzeni, dekoru içerir, şeylerle, başkalarıyla, binalarla, reklamlarla, yenilik ve köhneliklerle, siyasetle, parayla ilişkimizi kurar, yeniden düzenler, yıkar ve yeniden kurar...
Yürümek hiçbir somut hacmi olmayan zihinsel varoluşun dışında, bedenli oluşumuzun bir parçası, hayatiyetin, evrim teorisinin ve başka birçok mühim dönüm noktasının simgesidir...
Kendini dünyaya açmak...
Aslında insan sokağa çıkınca ancak "fenomenolojik" olarak bir şeye göre ve gönderdiği anlama göre konumlanır....
Sokağa çıkmak bir bakıma, kendinden çıkmak, kendini dünyaya göndermek...
Bu bakımdan giyinmek, sokağa çıkmak sokakta olmak ( politik anlamları bir yana) eşyayla dünyayla başkalarıyla bir ilişki kurmaktır....
Tabii her şey bu kadar "donuk" değil... Cinsiyetli varoluş, kadınlık, erkeklik, sınıf meseleleri, cinsel açlık, teşhir, kapanma, utanma, abartma, doğululuk, batılılık, toplumsal cinsiyet gibi yaşamın sert, oyuncaklı, keskin, belirleyici çekmeceleri, daha bilmiş bir deyimle katmanları var...
Konuyu biraz daha daraltma ve sadede gelme zamanım artık gelmişse; bir de şu zaman diliminde İstanbul'da Taksim civarında kırmızı bir elbiseyle topuğu çok fazla yüksek olmayan, düz tabanlı da olmayan genel şıklık kavrayışının dışına kaçan küçük bir rüküşlük payını kabul edecek biçimde, orta ölçüde yüksek ökçeli bir ayakkabıyla yürümek var...
Nasıl giyinmek
Kadın olmanın tarihsel yükü, asgari bedensel çekinceleri, zamanın bugün, mekanın burası olması, kadınları sokakta öyle çok açık şeyler giymemeye, kendini koruyup kollamaya alıştırmış durumda...
Ben kişisel olarak bu konuda bu sessiz paylaşılan kaygılara kulak asmadığımı, giyim kuşamım konusunda "isyankar" davrandığımı söyleyebilirim...
Yazlık elbiseler içimi gösterir diye bu sıcakta fazladan bir iç astarı giyemem örneğin, yakalı gömlekleri sevmem, uzun kollu bluz, elbiseler en çok giymek istediğim şeyler değildir...
Sokakla ilişkimin açacağı "fenomenolojik" anlamlarla arama çok kumaş girsin istemem yani diye espri yapabilecek düzeydeyim... Sıradan dünyayla kurduğum ilişkide düzgün bir biçimde kapanan dışı katı duran ve içindeki malzemeleri daha iyi koruyan çantaları, "mokasen" ayakkabıları da sevmemem... Belki bu da Marquis de Sade 'ın en sevdiğim yazarlardan olmasını biraz açıklar...
Tabii kendi giysilerimi seçme özgürlüğümün kıymetini bildiğimi söylemeyi ihmal etmemeliyim....
Neyse, sabah saatlerinde bugün çok mini olmayan kırmızı bir elbise ve yukarıda anlattığım kadar topuklu ayakkabılarla, hatta yine de bu elbise "iç gösterir" diyerek, belime bağladığım sweat shirt'le - ki bu da aslında kendi hakkımdaki "canımın istediğini giyerim" telakkimin bir parça abartılı olduğunu da gösterebilir- Sıraselviler'den aşağı Cihangire yürüyordum...
Sanki bir meczup...
30'larımın başındayım, bugüne kadar, "Şu anda yürümüyor olsaydım keşke, yer yarılsa içeriden bir hat takip edeyim" diye düşündüğüm olmamıştı...
Sağıma soluma bakmamaya çalışarak ilerliyordum ama yanımdan geçen her adamın tuhaf bir biçimde baktığını göz ucuyla görüyor, bütün ruhumla hissediyordum...
Sokakta hiç de "bir kadına laf atar" diye kodlamayabileceğiniz bir erkek grubunun önünden geçerken rahatlar gibi olmuştum ki, sabitlenen bakışlar ve ben geçtikten hemen sonra yükselen fısıltılardan sonra hayal kırıklığına uğradım...
Laf atan hiç olmadı, bundan çok daha fazla tedirgin eden bir sessiz ya da fısıltıyla "mimleme" sözkonusuydu...
Sanki sokağın ortasında "çıplak" yürüyorum gibi... Ben böyle çıplak gezen bir meczubum da sağdan soldan "Allah sonunu hayır etsin" deniyor gibi..
Arabalar kaldırıma yanaşıyor, dönüp bir baksam duracak gibiler... Sakin olmaya çalıştım fakat sokaktaki varoluşumla herhangi bir şeye göre tahvil olduğum anlamı tayin etmekle, bu "fenomenolojik" arayışımla uğraşacak halim kalmamıştı...
Koşmak, koşmak, bir an önce varacağım yere varmak istiyordum...
Öyle anladım ki bir kırmızı elbisenin, bir kadının, bir kırmızı elbiseli kadının yürümesinin, elbisenin kırmızısının, kolların, bacakların; erkeklerin sokağında "gönderdiği anlam", bütün düşünmelerin uzağına düşer, fenomenolojik olarak da "erkeğin bakışına" göre bir anlama bürünür.
O anlam da "yürüyen et" anlamıdır... (AT/EZÖ)