Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemesi Hukuku alanında önemli isimlerden Prof. Dr. Adem Sözüer’in T24’te Türkiye’deki hukuk manzarası hakkında verdiği röportaj önemliydi.
Sözüer birçok şey ifade ediyor, elbette hepsi tanıdık, bildik ve yaşadığımız şeyler. Lakin eksik şeyler de var. Önemli gördüğüm bir iki kısma değindikten sonra PanoramaTR’nin “Demokrasi ve Güvenlik” raporu üzerinden kısaca bazı başlıkları tamamlamak istiyorum.
Sözüer, Türkiye'nin "hukuk devleti" olmaktan çıkıp "keyfilik rejimi"ne dönüştüğünü vurguluyor ve güncel örnekleri sıralıyor.
Sözüer özetle:
*Türkiye'de şu an "keyfilik rejimi" olduğunu belirtiyor.
Çok girmese de keyfiliğin en uç noktası ve krizli alanı kayyım konusudur. Yargının siyasi iradenin elinde ne hale geldiğini bin bir örnekle deneyimliyoruz.
*Anayasa Mahkemesi'nin fiilen işlevsiz hale getirildiğini söylüyor ve Anayasa'nın askıda olduğunu, uygulanmadığını vurguluyor.
Bunun en çarpıcı örnekleri yerel mahkemelerin Anayasa mahkemesini tanımaması olabilir. Sadece D.Bakır’daki yerel mahkemeler buna iyi örnektir.
*Tünel metaforu üzerinden hukukun kimi ezdiğini, nasıl ezdiğini anlatıyor.
“Şimdi bir tünel düşünün. Bu tünelde kolluk var, basın var, hâkim var, savcı var, yargıtay var. Hepsi aynı amaçla treni tünelde hareket ettiriyor. Tünelin sonunda da trenin ezip geçeceği kişi var. Yani siyasal olarak tasfiye edilecek veya başka nedenle tasfiye edilecek kişi var. Esas karar siyasi irade tarafından verilmiştir, belli insanlar o dava süreci üzerinden itibarsızlaştırılacak ve suçlu olarak damgalanacak, tutuklanacak ve mahkûm edilecektir. Bu tünelde yer alan herkes aynı yerden emir alıyor ve birlikte hareket ediyor. Karar önceden verilmiş o kişinin üzerinden geçecek. O trene mazotunu veren veya makinesini çalıştıran herkesin rolü de bellidir. Bu iradeye uymayan hâkim veya savcıların ise başka yerlere atandığı pek çok örnek var. Tünelin sonunda adalet yok, tren o kişinin üzerinden geçecektir.”
*Ceza hukukunun siyasi amaçlarla kötüye kullanıldığını belirtiyor.
HDP/DEM Parti’ye ayrı ve özel bir uygulama var olduğunu söylemesi önemlidir.
*"Görünüşte davalar" (Schauprozess) kavramından bahsediyor.
Bu kavram güncel hukukun özüdür. Kararların önceden belirlendiği davaları kastediyor. Hatta önceden belli olan kararların uygulaması için oluşturulan tiyatral süreçler de önemli. Mesela kayyım konusu! Cezalı oldukları için atanmıyor, kayyım atamak için ceza veriliyor.
*HSK siyasi iktidarın kontrolünde. Yargıç ve savcılar, siyasi baskı altında karar alıyor; adil yargılama güvencesi kalmadı diyor.
Buna zaten herkes ikna sanırım. Çünkü kimse mahkemelerin adil karar vereceğine inanmıyor.
*Türkiye'deki seçimlerin gerçek anlamda demokratik seçim olmadığını, sadece "oylama" olduğunu söylüyor.
Bu tespiti de önemli buluyorum.
Sözüer sonuç olarak Türkiye'deki hukuk krizinin demokrasiyi tehdit ettiğini belirtiyor.
Bu tehdit odağının durumu ne peki? Yani demokrasi ve algısına dair durum ne?
PANORAMATR’nin Şubat 2025 olarak yayınladığı on dört ara başlıklı “Demokrasi ve Güvenlik” raporu bize bazı ipuçları veriyor.
Rapora dair kısa kısa bazı önemli vurguları ifade edecek olursak;
*11 Eylül 2001'in önleyici güvenlik ve dost-düşman doktrini üzerinden yarattığı demokrasi tahribatı ve bununla bugüne uzanan kan kaybını biliyoruz. Rapor, 2015'teki göç krizi, Batı demokrasilerinde popülist ve aşırı sağ hareketleri, gözetim araçlarının yaygınlaşması ve dijitalleşme ile Trump’ın ikinci kez gelişini küresel dinamikler olarak görüyor.
*Demokrasinin gerileme içinde olması ve bunun seçimlerin üzerinden yapılıyor olması da günümüzün dilemması. Şöyle ki “Bu yeni dönemin baskın rejim türü, seçimli otoriterlik haline geldi. Seçimler yapılıyor, ancak bu süreçte iktidardaki hükümetler temel demokratik hakları ciddi biçimde kısıtlıyor, basını denetim altına alıyor ve muhalefeti baskı altına alarak seçimleri göstermelik hale getiriyor. İktidarlar değişimine yol açmayan seçimlerle düdüklü tencerenin valfini açarak toplumlarda biriken basıncı alıyorlar.” (Evren Balta)
Türkiye'de de devletin varlığını tehdit ettiği düşünülen bölünme korkusu, güvenlik kaygılarını besleyerek demokratik süreçleri hep sınırlandırdı. Bu durum yüzyıllık tarihin de kısa özetidir.
*Türkiye bağlamında güvenlik ve demokrasi konusunun bam teli Kürtler ve Kürt meselesidir. Beka konusu, Kürtlük üzerinden işlevselleştirilen bir aparat. Türkiye’de tarihsel güvenlik kaygıları sürekli canlı kılınan neredeyse tek fay hattı. Böyle olunca da demokrasi hiçbir zaman var olmadı. Bugün gelinen aşamada da lider merkezli siyaset ve kutuplaşmanın yarattığı devasa yarıklar, bize fikir veriyor.
*Raporda katılımcıların yüzde 65'i , Türkiye'nin geleceği için demokrasinin çok önemli olduğunu düşünmektedir. Fakat bu grup ikili bir aksa ayrılıyor. İktidar seçmenleri “Demokrasiyi çoğunluk iradesi ve seçimlerle ilişkilendirirken”, muhalefet seçmenleri “Hak ve özgürlükler temelinde bir demokrasi anlayışını savunuyor.”
*Rapordan başka önemli verilerle devam edelim…
Katılımcılar için en büyük tehditler: Ekonomik kriz (%23) Terörizm (%23) Yabancı müdahaleler (%12) Göç ve göçmenler (%10) olarak sıralanmış. Yabancı güçlerin Türkiye siyasetine etkisi için verilen puanların ortalaması 6,3/10 olmuş. En büyük tehdit olarak İsrail (%37) ve ABD (%31) gösterilmiş.
*Katılımcıların yüzde 66’sı, güvenlik endişelerinin oy tercihlerini etkilediğini ifade ediyor. Bu da bize iktidarın “süreç” okuması hakkında bilgi veriyor.
*Rapordaki veriler şuraya varıyor: İktidar blokundan yana seçmenler, güvenlik için demokrasinin askıya alınabileceğini savunurken, muhalefet seçmenleri demokratik hakları ön plana çıkarıyor. Hasılı katılımcıların 44%’ü "Ulusal güvenlik için bazı demokratik özgürlükler kısıtlanabilir" demiş.
*Gençler için en büyük güvenlik tehdidi ekonomik kriz (%28) olmuş.
*Raporda demokrasinin güvenlik için feda edilemeyeceğini en yüksek perdeden savunan sadece DEM Parti seçmeni olmuş.
Toparlarsak, Sözüer verdiği röportajda demokrasi kalmadı derken, rapor da “Seçimler, demokratik sistemin tek göstergesi” olarak algılandığına dair bir tespite uzanıyor. Bu elbette seçimler oluyor o zaman demokrasi var çıkarımına varmıyor, rapor öyle bir yerde de değil. Algısal bir gerçekliğe vurgu yapıyor.
Rapor, “Türkiye’deki seçmenlerin demokrasi ve güvenlik algıları, siyasi parti tercihlerinden toplumsal kimliklere kadar geniş bir yelpazede farklılık göstermekte, bu da ülkedeki siyasal kutuplaşmanın derinliğine işaret etmektedir” sonucuna varıyor. TR’deki demokrasi algısı, güvenlik üzerinden şekillenen bir meseledir. Hukuk zayıfladıkça demokrasi zayıflıyor, bu zayıflıklar güvenlik ve şiddet zeminini daha cazibeli kılıyor. Sağ seçmen dünyasına daha pratik bir alan da açılmış oluyor.
1 Ekim’de başlayan ve devam eden tartışmalar, tarihi bir çağrı beklentisi kapısında durmuş durumda. Tarihi çağrıya dair en önemli başlık, nereden bakarsak bakalım “demokrasi” olacaktır.
Çünkü Kürtlük, artık bir güvenlik laboratuvarı olmaktan çıkarılmalıdır. Tüm şiddetlerin meşru zemini, her şeyin ağzına yerleştirilen ve her şeyi mubah kılmak için kullanılan Kürtlük fenomeni, çözümsüzlüğün de amentüsüdür.
Devletin tüm siyasetini ürettiği yer burasıdır yani demokrasinin güvenliğe feda edildiği odaktır. Bu aşılırsa, korkuların da yersiz olduğu görülecektir. Bunun için daha çok demokrasi vurgusu ve çabası elzemdir.