26 Kasım günü yapılan Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK) operasyonu çerçevesinde 34 avukat gözaltına alındı. Gerekçe olarak avukatların, Abdullah Öcalan'la görüşmeleri ve Kandil ile Öcalan arasında bağlantı kurmaları gösteriliyordu.
Peki avukatların 1999'dan bu yana Öcalan'la görüştüklerini ve medyanın avukatlardan aldığı bilgileri yıllardır yayınladığını, yayınlarken de açıkça bilginin avukatlardan alındığının belirtildiğini savcıların bilmemeleri mümkün müydü?
Savcılık soruşturması sırasında aslında dosya hakkında hiçbir bilgisi olmadığı her hallerinden belli olan savcılar akıllarına her geleni sorunca, olay bir sorgudan çok tuhaf isnatların havada uçuştuğu bir seremoniye dönüştü.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), Kürt meselesini içinden çıkılmaz bir labirente, tam da anladığımızı sandığınız bir anda aslında hiçbir şey anlamadığınızı gördüğünüz bir David Linch filmine çevirmeyi başardı.
Devlet ve PKK'nın anlaşmaya vardığı/varacağı söylentileri günlerdir bazı köşe yazarlarınca söylenip duruyor. Ortada bir barış girişimi var ise, bu girişimle, yoğun gözaltı ve tutuklamaların ters orantısı da AKP'nin PKK'ya karşı elini güçlendirme saiki ile açıklanıyor.
Başka bir görüş ise, AKP'nin karşısında muhatap olarak Öcalan'ı ve /veya Barış ve Demokrasi Partisi'ni (BDP) görmek istemediğini ve Kürt sorununu diğer Kürtlerle çözmeye çalışmak istediğini söylüyor.
Gerçek durum öyle ya da böyle olsun ya da bu olasılıkların hepsi birer zırvadan ibaret olsun fark etmez. AKP'nin KCK operasyonlarıyla iyiden iyiye belini kırmaya çalıştığı Kürt hareketine yönelik tavrı, yargı aşamasına geldiğinde gerçekten de Radikal yazarı Ali Topuz'un dediği gibi, ortaya yargının siyasallığı değil, siyasetin yargısallaşması meselesi ortaya çıkıyor.
Polis tarafından yapılan aramalarda herhangi bir suçla hiçbir şekilde ilgisi bulunması mümkün olmayan evraklarla dosyaların nasıl kabartıldığı, dosya yeterince ele gelince gözaltıların başladığı hususu, Türk polisine aşina kimseyi şaşırtmıyor artık.
Bu dosyalar savcıya ulaştıktan sonra, savcının bir suç isnadına mahal veremeyecek, hiçbir şeklide kuvvetli şüphe uyandırmaya yol açmayacak delillere mesnet olması amacıyla, yalnızca savcının zihninde beliren ve dosya daha önüne dahi gelmeden çoktan oluşmuş suçu kanıtlamak için, "kimse düşüncesini açıklamaya zorlanamaz" şeklinde özetlenebilecek bir anayasa hükmünün ihlali pahasına, şüpheli avukatlar siyasal düşüncelerini açıklamaya zorlanıyor.
Dosyanın içinde elle tutulur bir suç delili olmadığının gayet farkında olan savcı, bu sorularla zayıf olan dosyayı kendince kuvvetlendiriyor ve haliyle de kuvvetli şüphe duyarak tutuklama istemiyle şüphelileri mahkemeye sevkediyor.
Savcıların yargının devlet tarafını temsil etmeleri, devletin de artık AKP ile özdeşleştiği ve AKP'nin KCK konusundaki keskin tavrı düşünüldüğünde bu durum çok da hayret verici gelmiyor.
İşin asıl hayret verici yanı bağımsız olduğu söylenen yargıcın, şişirme dosyalarla, sorgu ile ilgisi olmayan hukuka aykırı sorularla malul bir soruşturma sonucu 34 avukatı tutuklamasıdır. KCK adı altında -ki, şahsen KCK adını ilk 2009'da duydum, daha önce duyan var mı, bilmiyorum- bir siyaseti topyekün hapse tıkmak, yargının siyasallaşmasından öte, siyasete yargı yolunun açılması ve siyasetin suç olarak kabul edilmesinden başka hiçbir anlama gelmez.
Hukuka tamamen aykırı bir şekilde yargının, yargı olduğunu unutup devletin zihniyetini ve amacını bire bir uygulamaya kalkışması, AKP'nin "bir şekilde" Kürt sorununu çözmesini sağlar belki ama siyasetin elinin kolunun yargı eliyle böylesine bağlanması, Kürtlere bu şekilde bir siyasi soykırım uygulanması, bir daha hiçbir şekilde hukuktan bahsedilmemesine yol açacaktır. Yargı Kürtlere ve diğer herkese siyaseti yasaklamış olacaktır.
Kaldı ki, bırakalım siyaset yapmayı, Türkiye tarihinin hiçbir döneminde avukatlar böyle bir tutuklamaya maruz kalmadığı gibi ve elbette birer yurttaş olarak haksız ve hukuksuz bir tutuklamanın onların hayatında kim bilir belki de tamir edilemez sonuçları olacağı gibi, avukatların tutuklanması kendilerinden öte başka sonuçlar da doğuruyor.
Bir avukatın avukatlık görevi sırasında ya da görevinden dolayı tutuklanması, müvekkilinin savunma hakkını da ortadan kaldırıyor. Bir insanın savunma hakkının ortadan kalkması ise, bireyi devlet önünde savunmasız ve kendi başına bırakıyor.
Savunmanın ortadan kalktığı ve kişilerin savunma haklarını kullanamayan birer tebaaya dönüştüğü bir yargı sisteminde de bırakınız adil bir yargılanmayı, ortada bir yargı olduğundan dahi söz edilemez.
Yine toplu suçlarda (!) iddianamenin en az sekiz ayda tamamlanması, şüphelilerin bunca zaman sonra yargıç karşısına çıkması ve tutukluluk incelemelerinin kişiye hasredilmeden şüphelilerin tamamına göre değerlendirilmesi, bu nedenle de en iyi tahliye ihtimalinin en az iki yıl süren bir zamana yayılması zaten ortada bir suç varsa bile infazı anlamına gelmektedir.
Bu hal, yargısız infazın tüm sonuçlarını doğurur. Bu infaz şeklinin de 90'lardaki halden hiçbir farkı yoktur.
Ama bizim açımızdan tüm bu haksız tutuklamaların can alıcı/can sıkıcı başka bir sonucu vardır. Unuturuz biz, unutmak istemediğimiz halde.
Ahmet Şık hala içeridedir örneğin. Ragıp Zarakolu ve Büşra Ersanlı da. Kopardığımız feveran bir süre sonra sönümlenir. Ortalık süt liman olur bazen ve herkes gündelik yaşamına geri döner.
Öfkemiz dize gelir ve biz ancak yeni bir gözaltında, yeni bir tutuklamada hatırlarız onları. Birileri birkaç aydır, birkaç yıldır içeridedir ve beklemektedir. Hepimizin hayatı iyi ya da kötü bir şekilde akarken, onlar hep beklemektedir. Biz alışırız yeni duruma, onların tutsaklığa alıştığından daha hızlı üstelik. (ZÇÖ/HK)