İstanbul Adalet Sarayı gökyüzüne doğru yükselirken sıradan bir inşaat gibiydi. Her ne kadar yanındaki tabelada "Avrupa'nın en büyük adalet sarayı" yazsa da ancak tamamlandığında ihtişamı ortaya çıktı.
Herkesin adalet, yargı, hak, hukukun mimariyle ilişkisinde yaklaşımı çeşitlidir. Kimi, Batıdaki adliyelerin sütunlarından, yüksek tavanlarından ve ahşap dekorasyonundan dem vurarak yargının güvenilirliğinin bu nizamla doğru orantılı olduğunu düşünebilir. Kimi de aynı yüksek sütunlarda devletin gücünü görüp ona tabiiyetinden gurur ve mutluluk duyabilir.
Yargının güvenilirliğini hiçbir dönemde dert etmemiş, ancak gücünü göstermek için hiçbir zaman devasa binalara ihtiyaç duymamış olan Türkiye Cumhuriyet'i, "güvenlik devleti" zihniyetinin tavana vurduğu bir dönemle hizmete açtığı devasa İstanbul Adliyesi'nde "güç" kavramına yeni boyutlar kazandırmaya devam ediyor.
Gerekçe:"Güvenlik"
13 Eylül'de Adalet Sarayı'na girmek isteyen avukatlar, avukat kimliklerini hazırlayıp içeri gireceklerini düşünürken kendilerini duyarlı kapıdan geçerken buldular. Tam geçmişken çantalarını x-ray cihazına koymaları istendi.
Bu isteği reddeden avukatlara, "başsavcının talimatı olduğu, çantalarını cihaza koymazlarsa içeri giremeyecekleri" söylendi. Avukatlar ısrarcı davranınca da karşılarında polisleri buldular.
* * *
Yargı bağımsızlığı kavramı, yargıçların görevlerini yaparken bağımsız davranması, hiçbir kurum ve kişiden emir almamasını ifade eder. Başka bir deyişle bu ilke yargıçlar için geçerli olup yasama ve yürütme karşısında yargının bağımsızlığı anlamına gelir ki, kuvvetler ayrılığındaki üçüncü gücünü bu bağımsızlıktan alır.
Yargı bağımsızlığı, savcıların keyfi uygulama yapabilecekleri ya da güvenlik birimlerine istedikleri gibi talimat verebilecekleri anlamına gelmez. Savcı, ister baş olsun ister olmasın, yargılama faaliyeti içinde kamu düzeni adına hareket eden ve devleti temsil eden, Adalet Bakanlığı'na bağlı olarak çalışan bir yargı unsurudur.
Başka bir ifade ile yargının devlet tarafıdır. Avukat ise devlete karşı bireyin hak ve özgürlüklerini savunan diğer taraftır. Yargılama faaliyeti içinde "iddia" eden ve bir taraf olan savcı ile "savunan" ve diğer taraf olan avukat, yargıyı temsil eden yargıç karşısında deyim yerindeyse kozlarını paylaşırlar. Savcı yargılama faaliyetinde avukatla eşittir ve devleti temsil ettiği için bir ayrıcalığa sahip olması "hukuk devleti" ile bağdaşmaz.
Yine başka bir ilke olan "silahların eşitliği" ilkesi de savcı ile avukatın aynı olanaklara sahip olması, bir tarafa diğerine göre üstünlük tanınmaması ve yargı faaliyeti içinde görevlerini yaparken eşit olmaları anlamına gelir.
Her iki ilke de kendini "hukuk devleti" olarak tanımlayan tüm ülkelerde geçerlidir, ancak uygulama her zaman böyle olmaz. Tıpkı Türkiye'de olduğu gibi.
Avukatlar her ne kadar iş saatlerinin önemli bir kısmını adliyede geçirseler de, büroları adliyede değildir. Ama savcılık büroları adliyededir. Üstelik adliyenin en güzel odaları kendilerine tahsis edilmiş olup Başsavcı'nın mekânı genelde koridordan cam bölmelerle ayrılıp önüne kırmızı halı serilir. Karşıya da Atatürk büstü konulur.
Savcılar, yemeklerini yargıçların yemekhanesinde yerler ve yargıçların şifreli asansörüne binerler. Mahkeme dosyalarından birer suret almak için saatlerce mahkeme kalemi önünde mübaşirin insafa gelmesini bekleyen avukatların aksine, dosyası istedikleri zaman alırlar.
Kazara dosya avukatın istediği zaman savcının elindeyse de avukata vermezler. Duruşma salonunda yargıçla birlikte kürsüde otururlar. Böylesi yoğun bir mesai arkadaşlığının gereği olarak da çoğu zaman yargıç ve savcılar birbirlerine isimleriyle hitap ederler.
Hal böyle iken "iddia/savunma/yargı" nın bir ayağı olan avukat bu üçlünün ( ya da ikilinin) neresinde duracaktır? Yargıca karşı bireyi hangi "silah"la savunacaktır? İşin devlet "tarafı" olan savcı, yargıyla böyle iç içe geçerse bağımsız yargıç mesai arkadaşına karşı nasıl tavır alacaktır? Savcı, yargıç ve avukatın karşısına devletin kendisi olarak dikilmiştir bir kere. Adliyenin her yerinde Ajan Smith misali dolaşmaktadırlar.
Savcılık müessesesinin adliyedeki müstesna konumunun gereği olarak, yargılamada "devlet tarafı" olduğu gerçeğine aykırı bir halde kendini "devletin simgesi" olarak gören savcılar, bir devlet kurumu olan adliyede tabelaların nereye asılacağına, hangi kalemin nereye yerleştirileceğine, kimi nasıl arayacaklarına, baro odalarında su olup olmayacağına, avukatın fotokopiyi nerede çektireceğine veya otoparka saat başı ne kadar ücret ödeyeceğine de elbette ki karar vereceklerdir(!)
Bu fiiliyat elbette ki savcıların/Başsavcının kişiliği ya da egosuyla açıklanamaz. Avukatla eşit olan savcıların neden Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nda (HSYK) yargıçlarla birlikte olduğunun sorulmasını gerektiren devlet geleneğinden başlamamız gerekir.
HSYK'da, gibi bağımsız olması gereken bir kurumda, bireyi savunan avukat karşısında, devlet adına iddiada bulunan ve avukatla eşit konumda olan savcının ne işi vardır?
Ama her iktidarın beka bekçisi kabul ettiği savcılık makamının sual olunmaz konumu AKP iktidarında da değişmemiştir. Ancak şöyle bir fark vardır. Sosyallikten güvenliğe evrilen devlet, kamu düzeni adına hareket eden bürokratlarını birer nefer haline getirmiş, devletin avukatı olan savcıları, cengâver Kara Murat'lara dönüştürmeyi başarabilmiş, güvenlik devleti yönünde sürdürülegelen çabanın etkileri, savcılar aracılığıyla, yargının tüm işleyişine nüfuz etmeye başlamıştır.
Savcılık kurumu artık, "suç" halinde olaya karışmak yerine, adli vaka dışında önleyici hizmetle de görevli polisin amiri durumuna gelerek "güvenlik" işlerine de bakmaktadır. Adalet Bakanlığı yanında İçişleri Bakanlığı'na da hizmet vermektedir.
Adalet Bakanlığı'na bağlı olması gereken adli polis ile İçişlerine bağlı olması gereken /önleyici hizmet yapan polis birbirinden ayrılmadığından, savcı da kendini hem suçla mücadeleye hem de devletin güvenliğine adamaktadır.
Yabancı dizilerin yüksek tavanlı adliyelerinde savcıyla didişip madara eden avukatlar, Türkiye adliyelerinde savcının talimatıyla hareket eden birer misafir konumuna düşürülmek isteniyor. En güzel bahane de Danıştay saldırısı.
Avukatların toplu halde çantalarını aratmadan adliyeye girme eylemleri sonucunda İstanbul Adliyesi Başsavcısı/Adalet Bakanlığı, çantaların x-ray cihazına konulmaması talebini lütfedip şimdilik kabul etti. Ancak avukatların suyu nereden içeceklerine, fotokopiyi nereden çektireceklerine, otoparka ne kadar ödeme yapacaklarına hala Başsavcı karar veriyor.
O halde İstanbul Adliyesi kimin? Başsavcının mı? Yoksa savcı ve avukatların zorunlu unsur olduğu yargının mı?
Adliyeyi çalışma alanları olarak gören, halkın hak arama özgürlüğünü savunan, savunma mesleğini halkın hak arama mücadelesinde zorunlu unsur sayan, yargı faaliyeti içindeki zorunlu konumunu sahiplenen avukatlar, tüm bu baskıcı uygulamalar sona erinceye kadar mücadele etmeye devam edecekler.
* Zehra Çiğdem Özcan, avukat, İstanbul Barosu