Herkes kendisine meme kanseri teşhisi konulan günü hatırlar sanırım. Hikayelerimiz de aşağı yukarı birbirine benzer. Kaç yaşında olursak olalım, yaşamak isteyen biri için ölüm de kanser de her zaman çok erken.
Ben 38 yaşımdaydım. Hayatımın büyük bir bölümünde sağlık anksiyetesi yaşamış olmama ve 2,5 sene önce anneme meme kanseri teşhisi konulmuş olmasına rağmen, her şeyimle babama benzeyen biri olarak, kendimi annemin genetik kaderinden çok uzak görüyordum. Yine de 35 yaşını geçtiğim için her sene rutin olarak meme ultrasonu çektirmeyi ihmal etmiyordum. 2020 yılının Eylül ayında da üniversiteler açılmadan hemen önce randevumu alarak ultrason çektirmeye gittim. Üstümü çıkardım ve güler yüzlü radyolog ultrason probunu sol koltuk altımda gezdirmeye başladığında ultrason ekranını izlemeye koyuldum. Koltuk altım tertemizdi, öyle dedi. Çıkışta Çin yemeği yiyecektik. Onu düşünüyordum. Hayat güzel miydi, dertsiz tasasız mıydım, hayatımdan memnun muydum, sağlığım ve acı çekmiyor oluşuma dair şükranla dolu muydum? Tam olarak değil. Ama depresyonda da değildim. Görmek istediğim yerler, insanlar, hayvanlar ve ölmeden olmak istediğim biri vardı. Genel olarak insan türünün kozmik bir hata olduğunu ve gönüllü bir şekilde üremeyi bırakarak kendisini yok etmesi gerektiğini düşünüyordum. Ama narsisistler kendilerini yok etmezler. Yine de bu görüşüm herkesten nefret ettiğim anlamına gelmiyordu. İşimi, öğrencilerimi, birlikte yaşadığım kedileri, dostlarımı, ailemi çok seviyordum. Ama genel olarak narsisist de olsalar insanların kendi yarattıkları ya da şans eseri başlarına gelen felaketler içinde acılar içinde yaşamalarını ve bu sırada da başka türlere çeşitli işkenceler yapmalarını kabul edemiyordum.
Sol koltuk altımdan sol mememe ilerlediğinde prob durdu ve radyolog gördüğü şeyi dikkatlice izlemeye başladı. Bir yandan probu bastırıyor bir yandan da bana “bazen bir şey görürüz ve hemen kötü huylu olduğunu anlarız, bu gördüğüm öyle bir şey değil” diyordu. “Ama biyopsi yapılması gerekecek.” Hatırladıklarımın gerisi hikâyenin başı gibi çok da özel, kayda değer ayrıntılar değil.
Sonra yapayalnız kalıyorsun
Kanser teşhisinden sonra her şey çok hızlı ilerliyor. Ruhunun vücudundan çekilerek seni bir korkuluğa çevirdiği ve hiç sahip olmadığını düşündüğün bir gücün seni ayağa kaldırdığı anlar arasında, bir girdapta hızla ilerliyorsun. Şanslıysan bir süre sonra tedaviler bitiyor; modern tıp ve kanser girdabı seni diğer ucundan tükürüyor. Sonra yapayalnız kalıyorsun, çünkü herkes için kanser geçmiş bitmiş oluyor. Ne kadar da güçlü bir savaşçı olduğunu söyleyip hayatlarına devam ediyorlar. Doğal olarak.
Fakat hayatının en kötü günlerini içinde yaşadığın o girdap, seni günden güne evire çevire aynı zamanda hareket halinde kılan ve ayakta tutan yegâne güç olduğu ve sana onsuz yaşamayı unutturduğu için tükürüldüğün yerde uzun bir süre kalıyorsun. Neler oldu? Ben aynı insan mıyım? Ve en önemlisi bir daha bunların olmaması için ne yapmalıyım? Ben nerede hata yaptım?
Kendini gerçekleştiren kehanet
Teşhis konduktan sonra insanlar kanserinizin sizin suçunuz olduğunu söylemekte hiç gecikmiyorlar. Bunun toplumda geçerli nedenlerle oldukça yaygın olan kanserfobiden kaynaklandığını düşünüyorum. Kanserin her zaman kontrol edebileceğimiz ve önleyebileceğimiz bir olgu olduğuna inanmak istiyorlar. Çünkü onlar hayata her zaman kötümserci yaklaşmış, halihazırda sağlık anksiyetesi yaşayan arkadaşları gibi değiller. Onlar kanser olmayacaklar. Yani onlar kendilerini kanser etmeyecekler. Kanser benim gibi hassas, anksiyete bozukluğu olan, dünyadaki sorunların çözümünün topyekûn yok oluş olduğunu düşünenler için. İyimserciler grip, nezle, belki birkaç alerji, en kötü ihtimalle bronşitle hayatı geçiriyor ve çok yaşlandıklarında uykularında huzur içinde ölüyorlar. Kanseri önlemek konusunda hiçbir kontrolümüz olmadığını iddia etmek bilimsel birçok veriyi görmezden gelmek anlamına gelir.
Fakat insanların “kendini kanser ettin” derken göz önünde bulundurdukları faktörler sigara, alkol, radyasyona maruz kalma, aşırı hormon kullanma, kötü beslenme, spor yapmama, uyku düzensizliği, hava kirliliği, katkı maddeli gıdaların tüketimi gibi nedenler değil.
Kanseri bir nevi kendi kendini gerçekleştiren kehanet olarak görüyorlar. Korktuğunu başına getirmek. Kötü yazmak. Evrene kötü enerjiler göndermek, enerjinin düşük olması, “chi”ni kötü kullanmak, yanlış manifestasyon, kin ve öfke birikimi, çekim yasasının yanlış kullanımı ve karma! Tüm bu faktörleri herhangi bir olgu için mutlak bir şekilde reddetmiyorum. Teoride her şeyin mümkün olduğunu düşünüyorum. Hatta bazılarına inanmayı da yürekten istiyorum. Bu iddiaların karşı çıktığım kısmı yeni kanser teşhisi almış birine yönlendirilmeleri.
Hiçbir kanser hastasının yaşadığı ve yaşayacağı tüm zorlukların yanında suçluluk duygusuna ihtiyacı olduğunu ya da bu suçluluk duygusunun tedavisinde terapötik bir etkisi olacağını sanmıyorum. Neredeyse her kanser hastası tedavisi bittikten sonra ya da tedavisi bitmeyecekse de tedavi esnasında hayatını değiştirmeyi, geçmiş yanlışlarını düzeltmeyi, ona zarar verdiğini düşündüğü faktörleri ortadan kaldırmayı, bu zararın kaynağının kendisi olduğunu biliyorsa psikolojik destek alması gerektiğini düşünebiliyor. Çünkü kanser bizim kurtulduğumuz, geçmişte kalan ve bize bir daha ulaşmaması için numarasını engelleyip hayatımıza devam ettiğimiz kötü bir eski sevgili değil. Bir daha kanser olmamayı, erken teşhis konulduysa bir daha kanser tedavisi görmemeyi, bu konuda yorum yapan herkesten daha çok istiyoruz. Numarasını engellemiyoruz, telefonumuzu değiştiriyoruz. Evden değil, ülkeden taşınıyoruz. Eşyalarını atmıyoruz, yakıyoruz. Mektupları yırtmıyoruz, çöp öğütücüde yok ediyoruz. Bıraktığı ayak izlerini çamaşır suyuyla değil kezzapla temizliyoruz. Biz bir daha kanser olmak istemiyoruz. İlk olduğumuzda da istemiyorduk.
“En önemli şey moral”
Mutlaka. Kim istemez ki yüksel bir moralle, kemoterapi hemşirelerinin gözbebeği olmak, pozitifliğinle dördüncü ameliyatından çıktıktan sonra cerrahlar tarafından örnek hasta ilan edilmek? Fakat kanser tedavisi sırasında birincil psikolojik ihtiyacımızın moralimizin yüksekliği değil, yaşananlara makul tepkiler vermeye çalışırken, yaşananlara tekabül eden hislerin bastırılmaması ve yaşanması olduğunu düşünüyorum.
Yıllardır bir parçam olan, aynaya her çıplak baktığımda gördüğüm, gençliğimde fiziksel çekiciliğimin bir parçası olduğunu düşündüğüm memelerimin yerinde kocaman dikiş izleri gördüğümde bir Pollyanna’ya dönüşüp, “iyi ki memelerim alındı, kafam da alınmış olabilirdi” dememin uzun vadede psikolojik iyioluşuma olumlu bir etkisi olacağını sanmıyorum. Annem beni acı çekerken izlediğinde, birden dans ederek onu neşelendirmeye çalışmanın da ikna edici olacağını. Acılarımız gerçek ve bu gerçeklere tekabül eden gerçek, olumsuz hisler var. Ertelenebilirler. Ama onlardan kaçamayız.
Toksik pozitiflik sadece kanser hastalarından beklenen bir duruş değil tabii ki. Stresi, olumsuzluğu ve olumsuz tecrübeleri inkâr etmek ve reddetmek olarak tanımlanan (Sokal, Trudel, & Babb, 2020) toksik pozitifliğin aslında birçok olumsuz yan etkisi var; olumsuz durumları değiştirmek yerine pasif kalmamıza veya farklı kişilik bozukluğu özellikleri göstermemize neden olabiliyorlar.
Pozitif olma ve kalma çabası kanser hastaları için oldukça zorlayıcı ve hiç de ihtiyaçları olmayan ek bir stres ve eğer “iyimserciliklerini” kaybederlerse suçluluk kaynağı yaratıyor. Evrene doğru mesajı gönderip göndermedikleri konusundaki tereddütleri kendilerinden şüphe etmelerine neden oluyor. Tedaviye olumlu yanıt vermeyen bir tümörü olan genç bir hastaya evrene gönderdiği mesajları sorgulatmak yerine ona yardımcı olamıyorsak sadece onu dinlemek çok daha makul bir yaklaşım olacaktır.
Altı yıldır meme kanseri tedavisi gören Kate Bowler, toksik pozitiflik hakkında şöyle diyor: “Zihinlerimiz çok güçlü fakat zihinlerimizi iyimserlik konusunda zorlamak her zaman sağlıklı değil…Yetilerimizi abartıyoruz ve kendimize gereksiz yere utanç ve hayal kırıklığı yaşatıyoruz. Hayat sadece acı çektiğimizi düşünürken bile yeterince zor. Bir de başarısız olduğumuzu hissetmeye ihtiyacımız yok” (Powers, 2021). Kanser hastaları tedavi sırasında kanser olmayan insanlarla kıyaslandığında hayata karşı çok daha fazla şükranla zaten yaklaşabiliyorlar. İki kemoterapi dozu, iki ağır ameliyat arasında dünyada sizin görmediğiniz güzellikleri takdir edebiliyor, “ya bir daha yapamazsam” endişesiyle her yemeklerinden, yürüyüşlerinden, baharın gelişinden sizden daha fazla zevk alabiliyorlar.
Dolayısıyla yanlarında sürekli işlerin çok daha kötü gidebileceğini, meme ve rahimleri yerine kafalarını da kaybedebileceklerini onlara hatırlatacak bir Pollyanna’ya ihtiyaçları yok. Çünkü ölümlülüğüyle yüzleşmek zorunda kalan her kanser hastası iki travma arasında fırsatını buldukça Pollyanna’ya dönüşüyor.
Kendimizi kanser mi ettik?
Bunca iddia tabii ki birçok bilimsel çalışmayı teşvik etmiş. Stres kansere yol açıyor mu? İnsanlar çok üzüldükleri için mi meme kanseri oluyorlar? Evrene meme kanseriyle ilgili nasıl mesajlar gönderirsek bir daha başımıza gelmez? Öncelikle maalesef meme kanseri olan insanların yarısından fazlası stres yüzünden meme kanseri olduklarına inanıyor. Bu inancın olumlu bir sonucu var. Bu insanlar kanser tedavileri bittikten sonra hayatlarındaki stresi azaltmak amacıyla bazı değişiklikler yapmaya daha meyilliler (Panjari vd., 2011).
Fakat her stres kaynağı kontrolümüz altında değil. Hayatlarında büyük kayıplar yaşayan hastalar için bu her zaman mümkün olamıyor. 2006 yılında yayımlanan bir metaanaliz, o güne kadar stres ve meme kanseri ilişkisini inceleyen çalışmaların sistematik bir analizini içeriyor. Bugüne kadar yapılan çalışmaların yöntem ve sonuçları heterojen olmasına rağmen metaanalize göre stres, meme kanseri görülme riskini artırmıyor. Stresin meme kanserinin gidişatını nasıl etkilediği ise bilinmiyor. Nüks konusunda ise çok daha fazla çalışmaya ihtiyaç var. 2018 yılında yayımlanan başka bir metaanaliz, 1966-2016 yılları arasında stres ve meme kanseri arasındaki ilişkiyi inceleyen tüm çalışmaları değerlendiriyor. Niceliksel analiz stres yaratan travmatik olaylarla kanser arasında olası bir bağlantıya işaret ediyor. Fakat sonuçları değerlendirmek zor olduğu, çalışmaların heterojenliği nedeniyle şans faktörünü elemek ve kesin bir sonuca varmanın mümkün olmadığına karar veriyorlar.
Stresin bizi kanser edip etmediğini bilmiyoruz. Fakat halihazırda stresli kanser hastalarına suçluluk duygusu, vicdan azabı, pişmanlık gibi ek stres faktörleri sunmanın onların iyioluşlarına olumlu bir katkı sağlamayacağını biliyoruz.
Hayatlarında artık kanserin onların tüm sanrılarını çatırdatarak oluşturduğu bir kanyon var. Bazıları o kanyona endişeyle bakarak düşmediğinden emin olmak için belki hep kenarında dönüp dolaşacak. Bazıları ise manzarayı seyir tepesinden izleyecek ve gördüklerine şükredecek. Endişelilerden bazıları onyıllar boyu bir daha kanser teşhisi almayacak ve doksan yaşında uykusunda ölecek. Şükredenlerden bazılarının kanseri ise geri gelecek ve evrene gönderdiği tüm mesajlara, taktığı tüm şifalı taşlara, her güne güneşi minnetle selamlayarak başlamasına rağmen onu alıp götürecek.
Bambaşka ve özel nedenlerimiz yoksa biz kanser hastaları bir daha yaşadıklarımızı yaşamamak için elimizden geleni yapıyoruz. Hiç vazgeçemeyeceğimizi düşündüğümüz alışkanlıklarımızdan, insanlardan, şehirlerden vazgeçiyoruz. Vazgeçemediklerimiz için psikolojik yardım almaya çalışıyoruz. Hayatlarımızı dört aylık periyotlarda kontrolden kontrole minnetle ve korkuyla yaşıyoruz.
Bazılarımızın tedavisi hiç bitmeyecek. Bir gün bir ilaç işe yaramayacak ve öleceğiz. Bunu biliyoruz ve bununla yaşıyoruz. Sevgilimizi öperken o anı geçiştirmiyoruz. Dudaklarının tadını biliyoruz. Soğuğu içimize çekerken üşümekten şikayet etmek yerine, kemoterapiyle dökülen burun kıllarımız geri geldiği ve artık şarıl şarıl burnumuz akmadığı için mutlu oluyoruz. Kemoterapi kabızlığı yaşadınız mı? O zaman tuvaletinizi yaparken bizim gibi gülümsüyor olamazsınız. Belki kafamız alınmadığı için değil ama, memelerimiz, rahmimiz, yumurtalıklarımız dışındaki organlarımızı hâlâ taşıdığımız için seviniyoruz. Pozitifliğin vücut bulmuş halleriyiz biz.
Bazen kanyonu seyrediyoruz, bazen endişeyle etrafını turluyoruz ama yaşamaya devam ediyoruz, buradayız. Kendimizi biz kanser etmedik, kanser bizi öldürürse de bu bir intihar olmayacak. (CÖÖ/AS)
Kaynakça:
Chiriac, V. F., Baban, A., & Dumitrascu, D. L. (2018). Psychological stress and breast cancer incidence: a systematic review. Clujul medical (1957), 91(1), 18–26. https://doi.org/10.15386/cjmed-924
Nielsen, N., Grønbæk, M. Stress and breast cancer: a systematic update on the current knowledge. Nat Rev Clin Oncol 3, 612–620 (2006). https://doi.org/10.1038/ncponc0652
Powers, K. (2021). Cancer survivor blows the whistle on ‘toxic positivity’, https://edition.cnn.com/2021/09/30/opinions/toxic-positivity-and-cancer-survivor-column-powers/index.html
Sokal, L., Trudel, L. E., & Babb, J. (2020). It’s okay to be okay too. Why calling out teachers’“toxic positivity” may backfire.