Bir kamu kuruluşu olarak kitle iletişim araçları, kişilerin bir temel hakkının ya da birtakım haklarının korunması için vardır. Kamu hizmeti yapan gazetecinin işi de kamuya, yani herkese ve her birine uzak ve yakın çevresinde olup bitenler hakkında tarafsız –“insan”dan yana taraf-, şeffaf bir şekilde enformasyon sağlamak, iktidarları denetlemek, kamu yönetimindeki ve kamu kurumlarındaki yolsuzlukları, haksızlıkları, aksayan yanları gün yüzüne çıkarmak, hakları ihlal edilenlerin, sesi duyulmayanların sesi olmak, yok sayılanların var olduğunu göstermek ve aslında doğrudan korunan temel haklardan biri olan düşünce ve kanaat özgürlüğü hakkıyla ilgisinde kamunun düşünce ve kanaat edinmesini sağlamaktır diyebiliriz.
“İfade özgürlüğü” demiyorum, çünkü tek başına ifade özgürlüğü bir hak değildir, düşünce ve kanaat özgürlüğü, ifadesiyle birlikte bir haktır, yani herkese ve her birine muhakkak sağlanması gerekir. Kanaatler de bilgi değildir, bunu gözden kaçırırsak ifade özgürlüğü hakaret etme, küfür etme, hedef gösterme, İoanna Kuçuradi’nin deyişiyle “ötme özgürlüğü”ne dönüşür. Dolayısıyla ifade özgürlüğü, aklına ve ağzına geleni söylemek değildir. Peki nedir ve niçin istiyoruz bu özgürlüğü?
Toplumsal özgürlükle ilgisinde ifade özgürlüğü
İoanna Kuçuradi, özgürlüğün üç türünden bahseder:
- Antropolojik özgürlük,
- Etik özgürlük (yani kişilerin özgürlüğü, bir kişi özelliği ve etik bir değerdir),
- Toplumsal özgürlük.
İlk iki özgürlüğü bir kenara koyup “toplumsal özgürlük”ten ve bu bağlamda, düşünce ve kanaat özgürlüğü hakkıyla ilgisinde ifade özgürlüğünden bahsetmeye çalışalım. Ama öncelikle “hak” ne, ona kısaca açıklık getirip sonra toplumsal özgürlüğe bakalım.
Platon’un Devlet’inin birinci kitabında, Sokrates’in ağzından şöyle bir adalet tanımı işitiriz: “Herkese borçlu olduğumuz şeyi ödemektir. Herkese hakkını vermektir”. Kuçuradi de herkese/her birine borçlu olunanı, yani muhakkak verilmesi gerekenleri vermek demek olan bu adalet tanımından hareketle, ‘hak’kın her birine gösterilmesi gereken ve her birinin başkalarına göstermesi gereken ‘muamele’yi imlediğini söyler.
Toplumsal özgürlük de bir ülkede çıkarılan yasaların, kurulan kurumların ve kamu kuruluşlarının, o ülkenin koşullarında bütün yurttaşlarına, yani herkese ve her birine temel haklarını onurlu bir yaşamı sağlayabilecek bir şekilde koruma olanağını sağlamaktır Kuçuradi’ye göre.
Bu da bize şunu gösterir: Toplumsal özgürlük, “bir devlette yapılan düzenlemelerle yurttaşlara sağlanan olanaklar bütünü olarak karşımıza çıkar; yani çeşitli kamu özgürlükleri olarak. Bir devlet, yani çeşitli iktidarlar, bu olanakları çeşitli devlet organları ve kamu kurum ve kuruluşlarıyla yaratırlar” (Kuçuradi, 2017, s. 20).
Bu kamu özgürlükleri yurttaşların temel haklarını korumanın yollarıdır. İşte bu yollardan biri de kamu kurumu olan kitle iletişim araçlarıdır. Bu araçlar kamunun, herkesin ve her birinin düşünce ve kanaat özgürlüğü hakkı için vardır ve gazeteci de bunu sağlamak için kamu hizmeti yapan kişidir.
Bilgi edinme hakkı, düşünce özgürlüğü ve kanaat özgürlüğü
Bilgi edinme hakkı, doğrudan korunan temel haklardan biri olan düşünce ve kanaat özgürlüğü hakkıyla ilgilidir. Ama öncelikle “düşünce” terimine yakından bakmamız gerekir. Kuçuradi “Düşünce terimi, düşünme etkinliğinin çok çeşitli ürünlerini –fikirleri, anlayışları, kanaatleri,
inançları, gereklilik önermelerini…– kapsar” der (Kuçuradi, 2011, s.109).
İnsan hakları kavramının ışığında bir temel hak olan düşünce özgürlüğü ise, yine Kuçuradi’nin sözleriyle “Herkes egemen olan fikirlere ne kadar aykırı olursa olsun, yeni fikirler ve bilgiler getirme hakkına sahiptir. Bu hak yasal güvence altına alındığında, ‘düşünce özgürlüğü’ dediğimizi oluşturuyor” (Kuçuradi, 2011, s. 110).
Kanaatler, düşünceler, fikirler ise ancak öğrenildiğinde, öğretildiğinde, yaygınlaştırıldığında, ifade edildiğinde önem kazanır. İbrahim Kaboğlu’nun sözleriyle ifade edecek olursam “Düşünce özgürlüğü, bilgilenme hakkı ve kanaat hakkı ile başlar, ifade özgürlüğü ile devam eder” (Kaboğlu, 2002, s. 335).
Düşünce özgürlüğü ve kanaat özgürlüğü hakkı, herkesten ̶ kişilerden ve devletlerden ̶ insanın değerine dokunmama, zarar vermeme talebinde bulunan kişi haklarıdır. Yani insanların bilgiye/enformasyona ulaşmak konusunda engellenmemesi anlamına geliyor bu talep. Kişilerin kendi kanaat ve düşüncelerini oluşturma, bunları dile getirme hakkı engellenmemelidir. Düşüncesinden dolayı, ortaya koyduğu, dile getirdiği yeni bir fikirden dolayı bir insan kötü muamele görmemelidir. Düşünce ve kanaat özgürlüğü hakkının ve bilgi edinme hakkının engellendiği bir toplumun, demokratik bir toplum olduğundan söz etmek de güçtür.
Büşra Erimli’nin dediği gibi “Siyasal partilerin ve hükümetin icraatlarını vatandaşlara, vatandaşların taleplerini ve eleştirilerini de siyasal partilere ve hükümete ileterek katılımcı demokrasinin gerçekleşmesinde” önemli bir rol oynayan medya, aynı zamanda “toplum içindeki grupların kanaatlerini birbirlerine ileterek, toplumsal iletişimin gerçekleşmesine yardımcı olmaktadır.”
Kaboğlu’nun şu sözleri de buna vurgu yapar: “Fikir ve kanaatlere ulaşabilme olanağı ve serbestlik, düşünceye hammadde sağlar; bilgilenme, düşünme yetisini geliştirir. Haber, bilgi ve belgelere ulaşabilme, enformasyon hakkı olarak da nitelenebilir. Bu hak, kanaat oluşturma ve düşünme olanağı sağladığı için düşünce özgürlüğünün ön koşulu ya da temel öğesidir. Kanaat ise düşünce özgürlüğünün bağrında yatar. Kimse, kanaatleri nedeniyle rahatsız edilemez” (Kaboğlu, 2002, s. 336).
Aksi takdirde insanın değeri harcanır, hatta kimi zaman yaşama hakkına bile kast edilir. Günümüzde ve tarihte bunun örneklerini çokça görebiliriz. Örneğin Rönesans felsefesini biçimlendiren İtalyan filozof, rahip, gökbilimci Giordano Bruno evrenin sonsuz olduğunu ve dünyada başka gezegenler de bulunduğunu söylediği için Engizisyon tarafından yargılandı ve diri diri yakılarak idam edildi. İşte düşünce özgürlüğünü böyle şeyler yaşanmasın diye istiyoruz. Yoksa ifade özgürlüğü sonsuz, sınırsız değildir.
İfade özgürlüğü sonsuz değil
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 19. maddesi, düşünce ve ifade özgürlüğü hakkıyla ilgilidir ve şöyle der: “Herkesin düşünce ve ifade özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak müdahale olmaksızın belli görüşlere sahip olma ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve
düşünceleri her yoldan araştırma, elde etme ve yaygınlaştırma özgürlüklerini içerir.” Ancak şunun da altını tekrar kalınca çizmek gerekir. Bilgi edinme hakkı, düşünce ve kanaat özgürlüğü hakkıyla birlikte yol alan ifade özgürlüğü sonsuz, sınırsız değildir. Yani ifade özgürlüğü birine ya da birilerine hakaret etmek, kin kusmak, birilerini hedef göstermek ya da ayırımcılığı ve nefreti körüklemek demek değildir ve böyle bir amaca hizmet etmemelidir. Ancak kimi zaman tam da böyle bir amaca hizmet ettiğini görürüz. Bunun önüne geçilebilmesi içinse devlete/devletlere büyük sorumluluk düşer. Çünkü ifade özgürlüğünün taşıyıcıları devletlerdir, kişiler değil. Dolayısıyla ifade özgürlüğü söz konusu olduğunda, bu özgürlüğün bir ülkede ̶ örneğin Türkiye’de ̶ varlığından ya da yokluğundan bahsedilebilir.
Düşünce özgürlüğü, kanaat özgürlüğü gibi temel kişi haklarının çiğnenmesini önlemek devletin/devletlerin görevidir. Yasalar yoluyla bu hakların çiğnenmesinin önlenmesi gerekir.
Kamunun olabildiğince doğru enformasyona ulaşıp doğru bir kişisel kanaat oluşturabilmesinin basına/kitle iletişim araçlarına bağlı olduğunu söyledik. Yakın çevresinde ve dünyanın bir ucunda olup bitenlerden ancak kitle iletişim araçları sayesinde haberdar olan insan, kişisel kanaatini, düşüncesini bu yolla oluşturabilir. Bunun gerçekleşmesi de basının özgür/özerk olmasına, gazetecinin tarafsız, objektif olmasına ve haberi objektif/nesnel bir şekilde, hakikati çarpıtmadan (manipüle etmeden) vermesine bağlıdır. Dolayısıyla hem basının haber verme hakkı ve hem de kamunun haber alma, bilgi edinme hakkı engellenmemelidir. Ancak bu gerek Türkiye’de gerekse dünyada giderek zorlaşıyor. Çünkü basının özgürlüğünden, bir başka ifadeyle basın organlarının özerkliğinden söz etmek pek olası değil.
NOT: “İnsan Hakları Işığında Gazetecinin İşi” adlı kitaptan hareketle hazırlanan bu yazı, 12-13 Aralık 2024 tarihlerinde gerçekleştirilen 36. İstanbul Semineri’nde yaptığım konuşmanın kısaltılmış halidir.
(ENH/HA)