Tutuklu ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı’nın hapishanede yazdığı yazılar, mahkemelerde yaptığı savunmalardan kesitler ve tefrika romanının yayınlanacağı blog, 5 Nisan Avukatlar Günü'nde yayına girdi. Blog’un “Vinyet” bölümünden Kafka ve Ben başlıklı yazıyı yayınlıyoruz.
Kafka üzerine neredeyse otuz yıldır okuyorum. Almanca düzyazının -çeviride bile etkisi kaybolmayan- en seçkin örneklerini yaratmış bu üslûbun sahibi dahi midir; yoksa müşkülpesent, hastalıklı bir küçük burjuva melankoliği mi? Ve her kimse, bize ne söyler?
Ortada yazarın sayfa sayısı bakımından oldukça cılız eseriyle orantısız, -rivayete göre temel dillerde on beş bin ciltlik- devasa bir ikincil okuma havuzu var. Nedir bu kadar ilgi çeken?
İnsana dair karamsar da olsa derin bir öngörünün uyarısına mı muhatabız; yoksa nihilistin -zaten ilk günahla kirlenmiş- kaderimize boşvermişliği ile mi?
Duyduğumuz sesin, dünyayı sadece on yıl sonra anadilinde kasıp kavuracak faşizmi erken hissetmiş Orta Avrupa Yahudisinin bizzat kendisi tarafından bastırılmış çığlığı mı; Yahudiden çok kalvinci bilinemezlikle malûl, hepi topu despot babadan mustarip negatif narsistin inlemesi mi olduğunu nasıl ayırt edeceğiz?
El yazması, dağınık hapishane kartoteksim, gayretli bir yüzey taramasının izlerini barındırıyor: Maurice Blanchot, Klaus Wagenbach, Michael Löwy, Vladimir Nabokov, Walter Benjamin, Elias Canetti, Giorgio Agamben, Günther Anders, Stanley Corngold ve diğerleri. Hepsi dikkatli Kafka okurları ancak çelişki durduğu yerde duruyor. Elimizdekiler gerçekten otoriteye itiraz mı yoksa haysiyetle pek de bağdaşmayan kabul görme çabasının, ait olma isteğinin utancı mı?
Mesela aşk perhizindeki yalnız adam esas alınacaksa; Milena’ya Mektuplar’ın gayet manipülatif -neredeyse zorba- tutkulu aşığını nereye koyacağız? Praglı sosyalistlerin akşam sohbetlerine katılan, hatta sağcı Alman Öğrenci Birliği toplantısında hamasi “Die Wacht am Rhein” okunurken ayağa kalkmayı reddettiği için salondan sepetlenen solcu mu okuduklarımızı yazan; Filistin’e göç planları yaparken bir yandan da İbranice çalışan siyonist mi? Zor bir adam olduğu kesin fakat acaba militarist otoritenin keskin hicivcisi ile berbat durumdaki akciğerlerine aldırmadan ısrar ettiği savaşa gönüllü gitme başvurusu kabul edilmeyince, gaziler için kampanyalara katılmış “iki kere azınlık’’ imparatorluk yurtseveri aynı adam mı?
Meslek bile şaibeli duruyor: Raporlarına elle çizilmiş “güvenlik teknolojisi” tasarımları ekleyecek kadar işine bağlı bir sosyal güvenlik avukatı mı karşımızdaki; ofisinden tiksinen bir sigorta eksperi mi? Listeyi uzatmak zor değil lakin bir aşamada “adamın yaşamını bırakıp metinlerine yoğunlaş” denecektir. Çok sevdiği kız kardeşi Ottla’ya mektubundaki uyarı göz önünde bulundurulacaksa, o iş de söylendiği kadar kolay değildir: “Konuştuğumdan başka türlü yazıyorum; düşündüğümden başka türlü konuşuyorum; düşünmem gerekenden başka türlü düşünüyorum ve bu böyle karanlığın en derin noktasına kadar sürüyor…” Kafka, geceyi sever.
Ben pek noktürnal bir tip sayılmam. Gündüz gözüyle meraklı okur olmakla birlikte, kimseyi kendi karanlığında -hele ki en dibine kadar- takip etme arzum yok. İnsanların içindeyim, seviyorum insanları; adalet mücadelesi veriyorum. 1904’te Oskar Pollak’a; “bütünüyle bizi ısıran ve zehirleyen kitapları okumalıyız…” yazıyordu Kafka; “… kafamıza balyoz indirilmiş gibi olmalı, içimizdeki donmuş denize inen balta gibi…”. Öyle de yazdı. Yargısal adalet safsatasına çok katmanlı, tavizsiz bir itiraz barındırdığına inandığım “Ceza Sömürgesi”ni otuz yıl önce ilk okuduğumdan bugüne metnin katlarını açmayı sürdürüyorum.
Pekiyi Kafka hakkında ne düşünüyorum?
“Ceza Sömürgesi”nin “Adil Ol” düsturunu bedene kazıyan unutulmaz finalini aklımda tutarak fakat önünde gece çökmeden yapılması gereken işi olanların temkiniyle Kafka’ya karşı adil olmaya gayret ediyorum.
Sizde durum nedir?
(SK/AS)