Tutuklu ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı’nın hapishanede yazdığı yazılar, mahkemelerde yaptığı savunmalardan kesitler ve tefrika romanının yayınlanacağı “Hapishane Defterleri” adlı blog’un, “Vinyet” bölümünden Asklepios’un Horozu başlıklı yazıyı yayınlıyoruz.
Siyasi dava kültürümün şekillenmeye başladığı doksanlı yıllarda, devrimcilerin değilse bile eli kalem tutanların yargılandığı davaların -o zamanın modası antika tabirle düşünce suçu- savunmaları, etkili bir final için sıkça Sokrates imgesine başvururdu: “Kararı veren yargıçları kimse hatırlamıyor ama…”
Burada haksızlık olabileceği fikri bir süredir aklımı kurcalıyor; hem atıf yapılan tarihsel/kolektif hafıza hem de yeterince atıf yapılmamakla belirginleşen mahkeme kararının gerekçesi açısından. Hukuktan değil politikadan konuştuğumuzu unutmadan düşünüyorum.
Sokrates’la insani ilişkim yıllara yayılan beş aşamada gelişti.
İlki, babamın bir akşam yemeği sofrasında “Asklepios’a horoz borcunu…” ahlaklı bir adamın vasiyet ayrıntısı formunda anlatışı. Liseye yeni başlamış olabilirim ve babamın kendini borçlu hissettiği gerçek insanlara duyduğu manevi bağı bize aşılamasına alışkınım. Şaşırdıysam, bu eğilimine antik Yunan’dan destek bulmasına şaşırmışımdır. Borcuna sadık vefalı bir adam, ölüm karşısındayken bile ekonomik açıdan değersiz borcu mirasçılarına hatırlatarak teyit ediyor gibi anladım muhtemelen.
İkincisinde, artık üniversitede olmalıyım; Asklepios’un Tanrı olduğunu fark ediyorum! İman meselesine ilişkin kendi amansız çelişkilerimle boğuştuğum o yaşta horoz borcu, horoz adağına dönüşüyor böylece. Sokratik diyaloğu seviyorum ama Sokrates’ı kendi çatışmamın, iman değil akıl kefesine koymaya meyyalim; canımın sıkıldığını hatırlıyorum.
Üçüncü aşama -can sıkıntısı meraka engel değil- yeni bilgimin ayrıntılarına ulaşmak: Asklepios Sağlık (Tıp) Tanrısı! Adam birkaç dakika sonra ölecek, sağlık kurbanıyla, adak beklentisiyle ne işi olabilir ki? Niye borcumu unutmayın ödeyin desin? Çok saçma.
Dördüncü aşama, Nietzsche okumalarından ki o da herhalde ancak 90’ların ortalarında mümkün; “Yaşam hastalıktır, kurtulacağı için Sağlık Tanrısı’na şükrediyor…” diye eğlenmiş. Bunu kesinlikle arayıp söylemişimdir babama. Pekâlâ, hiç değilse iman yerine akıl ve ironi birlikte kabul edilebilir.
Beşinci ve son aşama artık daha yakın yılların Hegel okumalarından; “Atinalılar onu geleneksel dine karşı kuşkuculuk, dinsizlik iddiasıyla öldürdüler ama son eylemi Atina Tanrılarından birine kurbandı…” demiş. Yok muydu yani ironi şimdi bu adamda? Hegel’i ciddiye aldığım için tereddüt etmiş olabilirim.
Hapishanede Phaidon diyaloğunu tekrar okurken, bu dindar din düşmanının yargılanması meselesindeki politik veçhenin, yıllar içinde hiç hissettirmeden kafamda berraklaşmış olduğunu fark ettim. Atinalılar -hani şu adlarını unutmakla lanetlediğimiz halk jürisi- o parlak savunmadan sonra Sokrates’ı öldürmeye nasıl karar verebilmişti ve asıl o dirayetli ihtiyar, bu yanlış karara nasıl metanetle boyun eğmişti?
Hem Savunma’nın hem de Kriton ve Phaidon’un parlak hatibinin oradaki gerçek ihtiyardan çok Platon’un kurgusal Sokrates’ı olduğunu unutmuyorum; ancak başta şahitlerin bulunduğu gayet canlı polemik günlerinde, tamamen gerçek dışı bir kurgunun da mümkün olmadığının farkındayım. Yani bütün bu metinleri sırf ustasını yüceltmek için Platon uydursaydı, çağdaşlarından mutlaka itiraz veya düzeltme gelirdi; yok bildiğimiz kadarıyla.
Sokrates’ın ideal yaşam tarzı konusundaki açık ara gözdesi Spartalıların elinden ağır bir yenilgi tatmış Atinalıların aşağılandığı, büyük kayıplar verdiği yılların sonundayız. Kendisini Sokrates’ın öğrencisi hatta aşığı olarak tarif edebilecek kadar yakın Alkibiades’in de içlerinde olduğu zulüm kaynağı Otuzlar Tiranlığı yıkılmış. Atinalıların bütün olup bitenler ile Sokrates’ın ilişkisini bizim bugün buradan göremediğimiz şekilde gördüğü açık.
Yenilginin, kargaşanın, zulmün ve tiranlığın hesabını sormuş bir demokrasi olabilir karşımızdaki ve adları en az Sokrates kadar hatırlanmaya değer bu anlamda.
Platon, hocasını katleden bu “halk jürisini” hiç affetmedi ve yaşadığı sürece demokrasiye mesafesini korudu. Bir başka açıdan, aslında cezasızlık mümkünmüş veya göz yumulacakmış ve her koşulda açıktan teklif edilmiş görünüyor. İhtiyarınsa o sırada kendi yaşamı yerine -belki de birçok Atinalı gibi- son yıllarda neyin niçin bozulduğunu ve nasıl tamir edileceğini düşündüğü kesin: Site, din, düzen, devlet ve daha her neyse. Başka türlü söylenirse, ölüm arzu ediliyor olamaz; asıl istenmeyen yapısal çözümsüzlüğü büyütecek şekilde infazdan kaçmak.
Bu durumda üç haksızlık yapıyor olabiliriz. İlki, ihtiyarın iradesini kusurlu kavramakla Nietzche’nin yaptığı: Sokrates’ın ruhun bedenden “ayrılamamasını” hastalıklı olarak tanımladığı doğru fakat yaşamı değil. Gerçi sadece eğleniyordur belki. İkincisi, halk jürisi kararını cahil ve dini bir popülizmin linçi gibi okumak, galiba adlarının unutulmakla lanetlenmesi bu hataya giriyor. Sokrates kararını nasıl vermişti? Arzu ve irade ilişkisini çatışmalı okumaya alışkınız. Oysa daha zor ve garip formül şöyledir: “Zorunluluğa ya da başkasının zorlamasına tabi olmamama rağmen yapmak istemediğimi yapıyorsam özgür müyüm?” İleride hem Pavlus’un hem Augustinius’un ilgisini çekecek olan, iradeyi arzularla arzular -ya da akılla arzular- arasında hakem gibi kavramak ihtiyarın yolunu özgürce baldırana çıkarmış olabilir. Jüriyi zaten kolay aklarız, halk hesap sormuş.
Üçüncü ve son haksızlık babalarımıza. Acaba bize başka neler anlatmaya çalıştılar? Gidişinin üzerinden geçmiş dört koca yıla rağmen hâlâ onu ne kadar özlediğimi ve hâlâ kendimi ona beğendirmeye çalıştığımı fark ediyorum. Burada olsaydı ona anlatacaktım hepsini.
Sizde durum nedir?
(SK/AS)