“Soyut tanrıçaları kendilerine özgü bir dille koruyabilmek için kızlar öncelikle kendi dillerini okuyabilmeyi ve yazabilmeyi öğrenmelidirler.” Virginia Woolf
Sovyet Devrimi sırasında Aleksandra Kollontay, kadının kurtuluşunu “rüzgar kadar özgür ve steplerin otu kadar tek başınalık” alegorisiyle betimler. Marx ve Engels ise kadının “özgürleşmesinin ölçüsü genel özgürleşmenin doğal ölçüsüdür” tespitinde bulunurlar.[1] Şüphesiz doğru olan bu tespitlere dayanarak, bugün neoliberal dönüşümün kadına yönelik uyguladığı politikaları anlamak, çözümlemek ve bu bağlamda kadının kurtuluşu ve/veya özgürleşmesi doğrultusunda yeniden eylem önerilerinde bulunmak zorundayız.
Bilindiği gibi, uzun soluklu kadın direnişinin ve hak mücadelesinin sonucunda kabul edilen 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü, zamanla “Kadınlar Gününe” indirgenmiş ve böylece iktidar mücadelesinin resmi giderek silinmeye çalışılmıştır. Tarih boyunca kendi taleplerini dillendirme amacıyla bir var olma ve yaşam kavgasında olan emekçi kadınların verdiği mücadeleyi günümüz kapitalizmi bir tüketim aracına dönüştürmede beis görmemektedir. Kadınlar gününde “sevgiliye” bir hediye alma, sadece o gün kadına yapay bir “hoşgörüyle” yaklaşma hafif alaycı gülümsemelerle bezenmiş bir gelenek haline gelip hatta zorunlu görünmektedir. Ancak aynı zamanda gündelik yaşamın içinde giderek daha fazla kuşatılan kadının üretim sürecindeki yeri, toplumsal cinsiyet içinde ona dayatılan rolleri ve iktidar karşısındaki duruşu göz ardı edilmeye çalışılmaktadır. Peki, kadının kurtuluş mücadelesi böylesi bir dönüşüme ve atalete nasıl maruz kalmıştır?
Özellikle 1980 sonrası dünya genelinde uygulanan ve Türkiye’de de 24 Ocak 1980 Kararları olarak yerleşen neoliberal ekonomi politikaları, belli bir siyasi ve toplumsal proje hedefiyle inşa edilmiştir. Bu doğrultuda, ekonomi alanında emekçi kesimin kazanmış olduğu haklar bir bir geri alınmış, sendikal gücün niteliği zayıflatılmış, çalışma hayatında emekçi kesim güvencesizleştirilerek esnek çalışma saatlerine zorlanmıştır. Ekonomik ve aynı zamanda siyasi alanda yapılan düzenlemelerle hedeflenen, tüketim alışkanlıklarının, değer yargılarının ve hatta ailenin yapısının, dolayısıyla cinsiyet rollerinin yeniden yapılandırılmasıdır.
Bu projenin doğurduğu otoriter devlet anlayışının ve onun tüketim biçiminin odağında kadınlar bulunmaktadır. Zira hedef, kadın üzerinden tüm toplumun dönüştürülmesidir. İşte 1980’den sonra doğanlar bu siyasi amacın toplumsal yansımalarıdır. AKP iktidarının özellikle genç kadınlara ve onların bedenlerine müdahale etmesi, en az 3 çocuk talep ederek kadını doğurganlığa ve anneliğe indirgemesi, kadını aile içine hapsetmesi rastlantısal değildir. Rastlantısal olmadığı gibi, pronatalist (üremeye dayalı) bir politika üzerinden kadın sadece “annelik” zemininde meşrulaştırılmaktadır.
Toplumun bir kesimini dışlayan, kadını egemenliğin çizdiği ve onun tarafından belirlenmiş annelik ve dişilik konumu ile sınırlayan, onu ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel performansın aracı haline getiren AKP, bilindik bir siyasetin ve/veya ideolojinin tekrarıdır. Kadın bedenine sığınan, siyasi söylemlerinin ahlaki çerçevesini kadının bedeni ve geleceği üzerinden şekillendiren otoriter bir iktidarın kendi devamlılığını sağlayabilmek için kadını araçsallaştırılması kaçınılmazdır. Söz konusu otoritenin hedeflediği “yeni neslin” beslenmesi yeniden üretim süreci içinde aktif rol alan kadının görevi olarak ifade edilmektedir.
Peki, kadınlar bu durum karşısında ne yapacaklar? Çocuğun annesi, kocanın karısı, babanın kızı olarak tanımlanıp toplumsal hiyerarşide ikincil bir rolle yetinecekler mi? İdeolojik ve biyolojik yeniden üretimin taşıyıcılığına hapsedilmeye karşı seslerini yükseltmeyecekler mi? Yoksa, kurtuluşun birey olmaktan geçtiğini kavrayarak yaşama doğrudan müdahale mi edecekler?
Kadınlar her yerde!
Yukarıdaki sorulara ilişkin hem ülkemizde hem uluslararası alanda, özellikle Marxist- feminist kadın perspektifinde geliştirici düşüncelerin, kadının toplumsallaşmasına dair yeniden okumaların izleri görülmektedir. Bu bağlamda adaletsizlikten kurtulmuş, egemenlik ilişkisinden arınmış bir topluma çağrının var oluş nedenlerinden birisi de kadına yönelik her türlü şiddetin karşısında durmaktır. Aksi halde egemen ideolojinin rotasından çıkmayan bir siyasi proje, var olanı desteklemeye mahkum olacaktır.
Günümüzde insanlığın çoğunluğu bu ideoloji tarafından dışlanmakta ve kapitalizm ile patriarkal düzenin kıskacında kıvranmaktadır. Buna yanıt verme çabasında olan Marxist-feminist perspektif, tüm toplumsal alanların alternatif siyasal bir projede asla birbirinden ayrılarak ele alınamayacağını ileri sürer.
Rosa Luxemburg’a referansla, yeni bir siyasetin - özellikle kadın odaklı yaklaşımların - tek bir toplumsal alan içine sıkıştırılması sakıncalıdır. Her ne kadar tekil siyasal bir talebin ileriye dönük karakteri olsa da, kapsayıcı ve bütüncül bir şekilde düşünülmediği takdirde mutlaka gericileşen bir siyasete evrilecektir. Örneğin, kadının kurtuluşu amacında olan bir siyaset, sömürünün sadece emek üzerinden değil aynı zamanda aile, toplum, gündelik yaşam gibi tüm yaşamsal alanlarda şekillendiğini kavrayarak diyalektik bir bakışla meseleyi irdelemelidir.
Son yıllarda bu diyalektik yöntemden yola çıkarak yeni bir toplumsal projeyi, cinsiyet rollerini, ekonomik ve kültürel yaşamı bir totalite içinde ele almaya çalışan Marxist-feminist söylemlerden biri, “dördü bir arada perspektifi”yle zihin açıcı bir model sunar. Bu söylemin temsilcilerinden filozof ve sosyal bilimci Frigga Haug, adı geçen siyasi ütopyayı uzun yıllar süren kolektif bir çabanın ve siyasetin sonucunda şekillendirmiştir.[2]
Dördü bir arada perspektifinin birinci aşaması, tüm insanların olduğu gibi kadınların üretim süreçlerine dahil olma hakkıyla ilgilidir. Kapitalist üretim tarzı ve ilişkilerinde herkesin insanca yaşamı temin edebilecek şekilde üretim alanında eşit çalışması mümkün olamayacağından bu perspektif bir kapitalizm eleştirisidir. Dolayısıyla, ilk aşamada amaçlanan başka bir üretim tarzıyla bunun mümkün olacağı düşüncesidir.
Haug’un vurguladığı ikinci aşama, yeniden üretim süreciyle ilgilidir. Burada, ideolojik aygıtlar tarafından sınırlandırılan ve şekillendirilen özel alana işaret edilir. Kapitalist liberal anlayış, yapay bir ayrıma tabi tuttuğu kamusal-özel alan üzerinden, yanılsamalı bir görünüm sergileyerek yeniden üretim sürecinin mihenk taşlarından biri olan gündelik yaşamın bu yanılsamaya hizmet etmesini sağlar. Araçsallaştırılan ve sistemin statükosunu temin eden gündelik yaşamın, aynı zamanda toplumda yerleşik olan değerlerin, tüketim alışkanlıklarının, normların ve aile hayatının korunmasında taşıyıcı rol kadına atfedilir. Ancak yeniden üretim süreci alanının dönüşümü ile toplumun dönüşümünün birarada mümkün olduğunu düşünen Haug, kadının bu yapısal belirlenmişlikten çıkmasının kamusal ve özel yaşam ayrımının ortadan kalkmasıyla mümkün olacağını belirtir.
Üçüncü aşama, yeni bir toplum ütopyasını öngörür. Amaçlanan yeni toplumun taleplerinden birisi, herkesin eşit şekilde eğitim imkanlarına ve bilgi edinme olanaklarına sahip olma mücadelesidir. Brecht’in ifade ettiği “sen iktidara ulaşabilirsin” bilincine erişme ise dördü bir arada perspektifin son aşamasıdır. Bu aşamada kadınlar bir taraftan kendi yaşam alanlarını, toplumsal ilişkilerini ve siyasal pratiklerini şekillendirebilecekler, diğer taraftan yerel, bölgesel ve evrensel boyutta siyaseti bir bütün olarak düşünebilme ve ona müdahale etme ortamları için mücadele edeceklerdir. Haug bu noktada başka bir ütopyayı öne sürer. Kadın yaşamının (sekiz saatlik uyku dışında) dört eşit saate bölünmesini ve düzenlenmesini önerir. Dördü bir arada perspektifinden yola çıkarak oluşturduğu bu ütopyada kadının üretim sürecinde rol alması, özel ilişkilerine zaman ayırması, kültürel ve entelektüel birikimine yönelik faaliyetlerde bulunması ve nihayet siyasal katılım pratikleri içinde yer almasıyla oluşan bir gündelik yaşamdan bahsedebilmemiz mümkündür. Böylesi bir gündelik ve toplumsal yaşam hem birey, hem de toplum açısından diyalektik bir totalite içinde düşünülürse, ekonomik-siyaset ve sosyal alan arasındaki yapay ayrımın ortadan kalkabileceğini savunabiliriz. Bir gün içinde hayatın kapsamlı bir şekilde tasarruf edilmesi ve kişinin bireyselliğini koruyarak toplumsallaşmasının önündeki tüm engellerin kalkabileceği bir ütopyadır bu.
Kapitalizm ve onun egemen anlayışı, kadının emek gücünü sömürerek artı değerini mümkün mertebe artırma hedefindedir. Bu bağlamda özellikle kadını kullanım değerinden değişim değerine doğru bir yönelimle karşı karşıya getirerek onun metalaşmasını hızlandırmaktadır. İşte bu ikili boyunduruk her ne kadar sistemin yeniden üretilmesinde kadına kilit bir rol veriyorsa da, kadını çok katmanlı bir ezilmişliğe sürüklemektedir. O nedenle Marxist-feminizmin öne sürdüğü ütopya, kadının çifte yabancılaşmadan arınmasıyla sadece kadının kendi kurtuluşunu değil onunla birlikte tüm toplumun kurtuluşunu savunmaktadır. Zira kadının kapitalizmle katmerlenmiş yabancılaşmasını ortaya koyarak insanlığı hapseden egemenlik düğümünü çözmek mümkündür. (HOİ-MH/HK)
* Hilal Onur-İnce,Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Öğretim Üyesi, Melek Halfeoğlu Siyaset ve Sosyal Bilimler Araştırma Görevlisi.
[1] Marx-Engels-Werke (MEW), Bnd.2, Die Heilige Familie, S. 208. (Marx-Engels-Eserleri, Cilt 2, Kutsal Aile).
[2] Haug, Frigga, 2009: Die Vier-in-einem Perspektive: Politik von Frauen für eine neue Linke, Hamburg:Argument.