Dünyada kadınlar ve toplumsal hareketler bu denli ivme kazanırken beş yüzyıllık kapitalizm tarihi ile kendi patriyarkal iktidar sistemi olan ulus-devleti yaratan rejimler bugün İran'da yaşananlarla dünyanın duyduğu, kadınların devrimci ayak seslerini endişeyle karşılıyor. Kendi iktidarı için tehdit olarak gördüğü kadınların çığlığını bastırmak üzere en üst düzeyde, sağ merkezli bir anlayışla, sistemini korumak temelli politikalar örüyor.
Böylesi bir süreçte bu ilk dersin Clara Zetkinvari bir dil ve yaklaşımla açılım getirmesini umarım. İlk ana soylu klandan bugüne baktığımızda, yıkım ve yok etmeye dönük özelliklerin erillikle bağdaştırıldığını görüyoruz. Değil midir ki avcı-toplayıcı yaşam süren klanlarda erkeklerin yonttuğu mızraklar bugünkü silahların soydaşlarıdır. Erk- iktidar- güç yüzyılllardır kendini; bir silah ile iktidarını korumak üzere bir korku aracı ile sürdürüyor. İlhamını dışa dönük cinsellikten alan o ilk mızrak bugün dünyayı şekillendiriyor ve korkarım ki ileride de bu böyle olacak, Harari'nin homo deus- yarı tanrı olan insan figürü iktidar, güç ve insan ilişkisini olduğu gibi resmediyor. Jose Saramago da o günden yüzyıllar sonra "Mızraklar, mızraklar; Tüfekler, tüfekler" isimli kitabına tek bir sorunun ilhamı ile başlayacaktı 'Neden silah fabrikalarında hiç grev olmaz?'...
Tarihte yer etmiş hikayeler
Tüm bunlara bakınca kadınların kendini koruma ve kadın kırımına son verme temelli politikalarını kadınca 'öz savunma' temelli bir yerden ele almalı... Kadınların savaş karşıtlığı öteden beri bilinir, üstelik de tarihte yer etmiş nice hikayeleri vardır. Örneğin Aristophanes'in MÖ 411 yılında sahnelenen ve ilk savaş karşıtı oyun olma özelliğini taşıyan tiyatral metni "Lysisrata"... Oyun baştan sona oldukça güldüren ve eleştirel bir üslupla yazılmış. Atina ve Sparta arasındaki savaşın son bulmasını isteyen kadınları bir araya toplayan Lysisrata onlara bir gün şöyle diyecekti: "Bir yolunu bulursam benimle birleşip savaşa son vermeye var mısınız?" Lysisrata'nın öncülüğünde her iki şehrin kadınları savaşan erkeklerle birlikte olmayı reddetmek biçiminde bir 'cinsel grev' örgütler ve oyun böyle başlar. Nihayetinde ise kadınların grev kararlılığının ve bir dizi eylemlerinin 'barış'ı sağlaması ile son bulur.
Yüzyılllardır bu böyle değil mi? Kanıksamış düzeyde savaşlarla bir arada yaşıyoruz. Bugün dahi savaşlarla birlikte yaşama halimizi en iyi Beckett'in imgeleri ile bağdaştırırız, tam da ikinci dünya savaşı sonrası eseri "Godot'u Beklerken"de; kitabın melon şapkalar takan ve bu yolla erkekliğine vurgu yapılan ancak asla cinsiyet ve suretine dair net söylem verilmeyen iki baş karakterinden biri olan Vladimir (didi) bir yerde hepimizi düşündüren şu cümleyi kuracaktır: "Ama alışkanlıklar duyarsızlaştırıyor insanı..."
Oyunun bir dizi imge ve söylem ile hatırımıza düşürmek istediği sorudur bu tam da... Bizlerin tüm bu rutin, yaşamsal geçişlerin arasında beklediklerimize ve gayemize karşılık ne denli duyarsızlaştığımızı çarpıyor yüzümüze... Aslında savaşlar egemenler arasında olmadığında savaş olarak görülmediğindendir bu sıradanlık algısı. Zira ezenin ezilene olan üstünlüğü, toplumda her daim şiddeti meşrulaştırma aracıdır. Yahudi soykırımını ve nazilerin yaklaşımını 'Kötülüğün Sıradanlığı'nda ele alan Hannah Arendt bizlere; ilkel insanların öldürülmesi ile görece modern ve aristokratların öldürülmesinin aynı olmadığı düşüncesinin burada da mevcudiyetinden bahsediyor. AslındaAdolf Eichmann gibi cani olmasını beklediğimiz bir kimsenin oldukça sıradan hatta rahatsız edici düzeyde rutin sayılabilecek özelliklere sahipliğini irdelerken hepimizin aklından insan faktörünün bayağılığı geçer.
Kadınlar ve sokak
Kadınların erkek yaratımı olan savaşlara karşı duruşu herkesçe bilinir olunca egemenler, kadınları erkek devletin etki organlarından, savaş kararlarının alındığı kanlı mekanizmalardan uzak tutmanın yollarını aradı yüzyıllarca... Tarihin yasaları, kuralları bu gibi kadınları eve hapsetmeci fetvalarla doludur. Birinci dalga feminizmin de çıkış noktası, esas derdi bu değil miydi? Oy hakkı için demokratik süreçlere seçmen düzeyinde katılım için bir diğer deyişle varlığının kabulü için kadınlar sokakta olmayı seçmişti. İşte tam da bu noktada egemenlerin beklemediği bir hamle, sokak... Kadınlar ve sokak...Tam bir başkaldırı hali... Eee tabii karşı taraf için de bir yüksekten düşme hali ya da soğuk duş etkisi olarak tanımlanabilir. Sonrası kadınların istediklerini elde ettikleri seçme-seçilme hakkına ulaştıkları bir hikaye.
Fransız Devrimi'nin öncülerinin de aralarında toplumun her kademesinden kadınlar bulunuyordu. Ancak devrim sonrası var edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nde kadınlar yoktu... Eşit politik haklar talep eden Cercle Social derneğinin bir parçası olan Olympe De Gouges bir dernek toplantısında şöyle demişti: "Kadına darağacına çıkma hakkı tanınıyor, öyleyse kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır." Jakoben anlayışın giyotine mahkum ettiği bu güçlü kadın idama yürürken dahi tiranlara kafa tutan bir cesaret emsaliydi. (1)
Ne zaman kadınların istek ve arzuları erkek güruhunun canını sıksa kadınlara karşı devlet mekanizmalarını örgütlediler, örgütlü kötülük halini var ettiler... İkinci feminist dalganın çarpıcı olayları da bu kötülükle vücut buldu. Cinsiyet normları, cinsellik ve eşit haklar üzerine tartışmaların yoğunlaştırıldığı bu dönemde misalen Maud Allan'ın yargılaması tam bir faciaydı.
Maud Allan dönemin genel politikalarından biri olarak cinselliğin bastırıldığı bir süreçte, Oscar Wilde'ın "Solome" isimli oyununda cesur bir tavırla baş karakteri canlandırıyordu. Miscel Çerniyavski onunla ilgili "Bir tesadüf ve üstünde elbise olmaması onu şöhret yaptı" diyecekti ünü yayıldıktan sonra. Maud Allan kendi açtığı hakaret davasında sanık sandalyesinde oturmasına neden olan ve cinsel yöneliminin toplumsal normlardan ayrı olduğuna dair kendisine iftira eden dönemin milletvekili Pemberton Billing'i 'erkeklerin en kötüsü' olarak tanımlayacaktı.
Erkeklerin en kötüsü Pemberton Billing midir bilinmez ancak erkekliğin kötülük ördüğü tabii bir gerçek... Maud'un çıplaklığı İngiliz sosyetesi, dünya liderleri gibi pek çok zümreyi kasıp kavuruyordu. Bu dönem feministleri "Solome ve Süfrajetler" isimli bir hiciv piyesi bile hazırladı, piyes feministlerce kaçırılan Maud/Solome'ye karşılık fidye olarak oy hakkı istenmesini konu alıyordu. Böylece Maud kadın cinselliğinin ikonu olarak kabul görmüş, şöhret kazanmıştı... Ne erkek iştahı kabartan bir şöhret ama... Feministler bu yolla rehine cinsellik ikonunun siyasal bir değişimi geliştirebileceğini kabul ediyorlardı. (2)
Zabel Yesayan
Üçüncü feminist dalganın kesişimselliği ve Kürt kadınlarının ona kattığı öz savunma bilinci ise egemenler için en korkunç olanı sanırım... Kadınların; kadın olma halinin yanında din, ırk, dil, cinsel yönelim vb. kimlikleri ile kesişimsel bir düzeyden mücadele etmesi ulus devlet mentalitesini derinden sarsan bir yerde duruyor. Kadınlar üzerinde bugün femicide'a varan baskıların, örgütlenme hakkına dönük engellemelerin odağında bunu görmek yerli yerince olur.
Burada Zabel Yesayan'ı anmadan, onun hikayesinden burada bahsetmeden olmaz kanımca. Onun ismini duymak; hele de ilk kez olunca aydın, yazar, okur, çizer, entelektüel herkes için bir hüzün kaynağı olmalı, zira bu kadının öyküsü aslında pek çok kez duyulması gereken öykülerden biri iken, 2005 yılı Mayıs'ın daki bir konferansta Elif Şafak'ın konuşması ile Türkiye'de entelektüellerin gündemine girmiştir.
Zabel, Osmanlı dönemi Ermeni tehciri esnasında tehcir edilmesi istenen aydınlar listesinde adı geçen tek kadındı. Bu süreçte kaçarak Bulgaristan' a gitmişti. (3) Holokost, pogromlar; tüm soykırım ve yıkımlar, kadınları hedefe koymuş, esasen bedenleri dahi ganimet olarak görülmüş ve eylemleri ile sözleri taşralısından, entelektüeline, aydınına, işçisine yok sayılmıştır. Zabel'i de sözü ve yaşamı ile bir bütünen bu yok edilmek istenen kadınlardan biri olarak tanımlamak yanlış olmaz.
Zabel, sürgün yılları bittikten sonra bir süreliğine ülkeye dönmüştü. Ancak sonra Moskova'ya gitmiş ve burada sovyet sosyalist ideolojisini benimsemişti. Buradayken yazdığı bir mektupta, Moskova'daki Uluslararası Yazarlar Konferansı'nda Ermenice yaptığı bir konuşmadan bahsederek, bu konuşmasının çeviri esnasında sık sık alkış ve tezahüratlarla kesildiğini anlatacaktı. Bu durumdan duyduğu mutluluğu "yalnızca kişisel hislerim değil, aynı zamanda ulusal duygularımdı" şeklinde tanımlayacaktı. (4) Bugün biz Kürt kadınlarının dünya hep bir ağızdan bizim ana dilimizde "Jin Jiyan Azadi" derken hissettiklerimizle ne kadar da benzer...
Savaş davulları yerine barış tülbendi
Zabel Sovyetler'deki deneyimlerini "Zincirsiz Prometheus" (Prometheus Unchained) isimli kitabında anlatacaktı. Sosyalistlerin ideolojisini propaganda edecekti. (5) Zabel'in sonu tüm bu yaşamsal derinliğinin içinde hüzünle doludur, Stalin rejimince sürüldüğü Sibirya'da bilinmeyen bir şekilde ölmüştür, neticede kaybının faili sürgündür. Prometheus'un zincirinden sosyalizmle arınan bu kadın, tüm kadınlara ve erkeklere belki de eşit ve özgür olmanın kavgasını hatırlatıyor...
Gözleri ufka bakan, kaşlarını çatmış bir silüetin altında insanca yaşam becerilerini barındıran bir dünyada kadınların karşısında değil, yanında olun, savaş davullarının sesini yükseltmektense kavgayı göze alarak kadınların barış tülbendini yerden almayı deneyin.
(1) İnanna, Gaia Dergi, 2016
(2) Tony Bentley, Solome'nin Kız Kardeşleri(Çev:Mefkure Bayatlı), Agora Kitaplığı, İstanbul, 2006, s.59-91, ISSN 9944 - 916 - 36 - 6
(3) Hazal Halavut, Zabel Yesayan'ı Keşfetmek ya da Bir Zamanlar Felaket, Notos Dergisi, 2015
(4) Marc Nichanian, Zabel Yesayan,women and witness, or the truth of the mask, New Perspectives on Turkey(42), 2010, s.31-53, ISSN 0896-6346
(5) Marc Nichanian, Zabel Yesayan,women and witness, or the truth of the mask, New Perspectives on Turkey(42), 2010, s.31-53, ISSN 0896-6346.
(DA/AÖ)