Fıtrat tartışması dindar bir ailede yetişmiş biri olarak çok tanıdık geldi bana. Bir kere “fıtrat” dendikten sonra kadın erkek ilişkilerinde var olan durumu kabul etmeye zorlanır, konuyu daha fazla tartışamazdınız.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fıtrata gönderme yapması kadın, erkek, annelik, gibi konularda (babanın rolünden hiç bahsetmiyor) doğru bildiği yaklaşımları tartışmaya hiç niyetli olmadığının göstergesi. Fıtrat kavramını temel alan yaklaşıma göre Allah fiziksel gücü erkeğe vermiştir, kadın narin yaratılıştadır ve bu yüzden erkek kadına göre ayrıcalıklı konumdadır. Kimi açıkça fiziksel gücün üstünlük anlamına geldiğine inanır, kimi de “erkek kadından üstün değildir ama...” diye başlayarak kadınların erkeğe neden boyun eğmesi gerektiğini anlatır. Ayrımcılığı meşru göstermenin en temel araçlarından biridir erkeğin kas gücüne ve kadının “narin yaratılışına” gönderme yapmak.
Kadınla erkek arasındaki farkları vurgulayarak kadın üstünde hakimiyet kurmak tabi ki sadece fıtrat tartışmasına özgü değil. Bu yılın Nisan ayında CIA’nin 11 Eylül sonrası işkence taktiklerini kıyasıya eleştiren bir rapor hazırlayan Senato İstihbarat Komitesi’nin başkanı Dianne Feinstein, eleştirilerin muhatabı CIA’nin eski direktörü Michael Hayden tarafından “aşırı duygusal” olmakla suçlandı. Kadını aşağılamak ve susturmak için dünyanın her yerinde kullanılan, öğrencilerimle sürekli tartışıp analiz ettiğimiz bir taktik bu: “Sen duygusalsın, hassassın, narinsin, onun için söylediğinin önemi yok. Rasyonelliği temsil eden benim ve senin adına da ben düşünüp ben karar verebilirim.”
Fıtrat konusu da böyle. Kadının bir “doğası” var, yalnız bu doğanın nasıl bir şey olduğunu tanımlayan, kadının doğasını bilen, kadının narin ya da duygusal olup olmadığına karar veren kadın değil, erkek.
Geçenlerde internette dolaşan bir videoda ufacık tefecik bir kadın metroda elinden çantasını alıp kaçmaya çalışan bir adamı evire çevire dövüyordu. Narin yaratılışı görüyor musunuz? Dünya üzerinde narin olmayan sadece bir kadın bile olsa, “Allah kadını narin yaratmış, fıtratı bu” diyemezsiniz. Narin olmayan tek bir kadının varlığı Allah’ın kadını narin yaratmadığının ispatıdır.
***
“Kadının fıtratı böyledir” diyen yaklaşımı sadece Erdoğan’dan değil, ülkenin üst düzey kadın ya da erkek yöneticilerinden giderek daha fazla duyacağız gibi geliyor. Onun için bu yaklaşımın çözümlemesini yapmak, parçalarına ayırmak lazım.
Erdoğan’ın KADEM’de yaptığı konuşmada verdiği örnekleri teker teker ele alalım:
“Kadınları erkeklerin yaptığı her işte çalıştıramazsınız, komünist rejimlerde olduğu gibi. Eline ver kazma küreği, çalışsın. Olmaz böyle bir şey. Onun narin yapısına bir defa bu ters düşer. Anadolu’da da bu böyle yapılmadı mı? Sırtına yüklediler küfeleri, o garibim analarımız neler çekti. Kamburları çıktı. İki büklüm o tarlalarda neler çektiler. Hala böyle mi devam etsin bu iş? Erkek de kahvede pişpirik oynasın, zar atsın.”
Erdoğan’ın verdiği somut örneklerin özellikle fiziksel güç gerektiren işlere gönderme yaptığına dikkat çekmek istiyorum. Çok tipik bir yaklaşım bu. Günümüz ekonomisinde kol ve kas gücüne olan ihtiyaç durmadan azalırken konuyu bu örnekler üzerinden tartışması tesadüf değil, fiziksel gücün erkeğe toplumsal ayrıcalıklar getirdiğine gönülden inanıyor.
Erdoğan’ın konuşmasında kadınlar “çalışan” değil, “çalıştırılanlar.” Edilgen konumdalar yani. Kadınların kendi özgür iradeleri yok, kötü birileri bu narin varlıkları zorla çalıştırıyor. Erdoğan da bir kahraman erkek olarak bu duruma son verecek. Ama kadınlar bu tür işleri kendileri talep ettiklerinde de “narin” oldukları için muhtemelen “bir dakika” diyecek. Kadın kendi istese bile tabiatı buna el vermez çünkü. O tabiatın ne olduğuna, kadının ne yapıp ne yapamayacağına kadın değil, erkek karar verir sonuçta.
İşin daha da ilginç tarafı şu: Erdoğan’ın verdiği küfe, kazma kürek örnekleri kadının narin bir varlık olduğuna ilişkin varsayımın değil, tam tersi erkeklerin yapmaktan kaçındığı en ağır fiziksel işleri yıllardır zaten yaptığının, yapabildiğinin kanıtı. Milyonlarca kadın evde, tarlada, fabrikada “erkek işi” diye bakılan en ağır işleri yaptı, yapıyor.
Ayrıca, Erdoğan’ın bahsettiği küfeleri taşımak sadece kadının değil, erkeğin de belini kırar, kamburunu çıkarır. Eğer mesele doğaysa, o ağır küfeleri taşımak erkeğin doğasına da uygun değil. Mesele zaten tam da orada. Erdoğan’ın kendisine dert edindiği ezilmişlik biçimi kadının narinliğinden değil, erkeğin elindeki toplumsal güçten kaynaklanıyor. O küfeleri taşırsa kendi belinin iki büklüm olacağını çok iyi bilen kahvede pişpirik oynayan erkeğin elinde o küfelerin tümünü kadına taşıtabilecek, üstüne bir de evdeki her işi yaptırabilecek toplumsal güç var.
Feministler yıllardır bu toplumsal güce işaret ettiler, ediyorlar. Eşitlik talebi bu güç dengesizliğinin hayatın her alanında giderilmesini talep etmek demek. Kahvedeki pişpirikçi erkeğin uygun gördüğü hayat yerine cumhurbaşkanı olan erkeğin uygun gördüğü hayatı yaşamak zorunda kalmak değil. İkisi de sonuçta aynı erkek-egemen anlayışın tezahürü.
***
Eğer “narin olmamak” iş yapabilme yetisinin göstergesi olacaksa bütün banka müdürlerine kum taşıtalım işe almadan önce. Otuz kiloluk kum torbasını kaldırıp da beli incinmeyenler işe alınsın. Yıllarca küfe taşımış Rizeli Fatma rahatça bir bankaya genel müdür olabilir bu durumda.
Kazma kürek sallamak ve küfe taşımayı gerektiren işlerden yola çıkarak kadınların “narinliği” konusunda Erdoğan’ın yaptığı genellemenin başka yerlere varması, kazma kürek gerektirmeyen işlerde kadının önünün kesilmesine neden olması kaçınılmaz. Nitekim konuşmanın başka bir yerinde kadının narinliğinin “ispatı” olarak hamileliğe ve emzirmeye gönderme yapması bunun işareti. Kazma kürek sallayamayan kadın günün birinde hamile kalacağı için bankada da çalışamaz, hocalık, memurluk, hakimlik, yöneticilik de yapamaz.
Örneğin bir kadın vinç operatörü olmak istese, işe başvuran yüzlerce aday arasında en iyilerden biri olsa, yine de “sen kadınsın, narinsin, ileride belki hamile de kalacaksın, bu işi sana veremeyiz” diye eve gönderilebilecek. O kadına, aynı işe başvuran erkek adaylardan daha yetenekli olmasına rağmen, sadece kadın olduğu için imkan tanınmayacak. Bunun adına da ayrımcılık değil, kadının fıtratı, kadınının tabiatı denecek.
Sanki kadınlar tüm hayatlarını hamile geçiriyorlar. Çocuklar da bir yıl iki değil, 18 yaşlarına kadar anne sütü istiyor. Hamileliğin son günlerine kadar çalışan az mı kadın gördük? Peki çalışan babanın çocuğuna karşı yükümlülükleri ne olacak? Baba olmanın getirdiği sorumluluklar iş hayatında erkeğin önünde engel olarak sunulmayacak ama annelik sorumluluğu hep engel olarak kadının karşısına çıkarılacak.
Marksist feministlerin en fazla üzerinde durdukları konulardan biri buydu. Engels’dan yola çıkarak aile, kapitalizm ve erkek egemen toplum arasındaki ilişkinin teorisini geliştirdiler. Çocukları büyütmenin sadece kadının değil, toplumun ve işverenin de işi olduğunu savundular. Kadın sonuçta o iş yerinde yıllar sonra çalışacak insanı doğuruyor. Eğer erkek bu önemli işi yapamıyor, kadın yapıyorsa kadına işverenler bu konuda destek vermeli dediler. Bunun olmamasının kadını erkeğe bağımlı ücretsiz işçi konumuna düşürdüğünü, kapitalizmin kadının bir sonraki nesil iş gücünü tamamen bedava olarak yetiştiriyor olmasına dayandığını savundular. Bugün konuştuğumuz doğum izni, ebeveynlik izni, işverenin çocuklu çalışana yuva sağlaması gibi talepler modern dünyada bu feministlerin mücadeleleriyle gündeme geldi.
Feminizm, sadece kadınların değil, erkeklerin üzerindeki ağır toplumsal baskıyı da azaltacak bir ortaklık modeli öneriyor aslında: Ne senin belin kırılsın, ne de benim, evdeki yükü de dışarıdaki yükü de beraber sırtlanalım. Hayatın binbir türlü hali var, bugün ben iyi durumda olurum, ben daha fazla taşırım, yarın da sen taşırsın. Eşit bir şekilde beraber yaparsak ben evdeki işten bunalmam, geçim yükü de tamamen senin omzuna binmez. Eğer anlaşamazsak, ortak hayatı yürütemezsek ne sen bana mahkum olursun, ne de ben sana. (EÖ/AS)
* Esra Özcan, Öğretim Görevlisi. Tulane Üniversitesi, İletişim Bölümü ve Toplumsal Cinsiyet ve Cinsellik Çalışmaları Programı, New Orleans, ABD.