Şu günlerde yetenekli ve parlak pek çok genç doktora eğitimine başlamak için hazırlıklar yapıyor. Kimi doktorayı Türkiye'de yapacak kimi yurtdışında. Yurtdışında yapacak olanlar daha önce herhangi bir yurtdışı deneyimi yaşamadılarsa bu elbette ayrı bir heyecan.
Öncelikle bu yola girmeye karar veren herkese başarılar diliyorum. Doktora pek çok bilim dalında akademik hayata adım atmanın birinci basamağı sayılır.
Çok zorlu bir yoldur ve zaten zorlu olması icab eder, ama durmadan öğrenmenin, keşfetmenin, bilimsel araştırma yapmanın kapılarını açar, özellikle zihinsel yeteneklerinizin en verimli çalışabileceği alanı bulabilirseniz.
Nerede ve nasıl bir programda doktorasını yapıyor olursa olsun doktora öğrencisini doktoranın ilk yıllarında en fazla kemiren soru "doktoramı ne hakkında yapayım?" sorusudur.
Doğa bilimlerini pek bilemiyorum ama sosyal bilimlerdeki doktora öğrencilerinin enerjilerini doktora yıllarının başlarında en fazla bu soru yer.
Teze dönüşebilecek anlamlı bir bilimsel soru bulmak elbette kolay değil. Üzerinde çalışmaya değecek anlamlı bir problem ve konu bulmak çok ciddi bir alan taraması ve ön çalışma gerektirir.
Benim burada sosyal bilimler alanlarında eğitim gören doktora öğrencilerine, özellikle de yurtdışına gidecek olanlara tavsiyem konularını belirlemeye çalışırken sadece Türkiye'ye değil, dünyaya bakmaları, hatta önce dünyaya, sonra Türkiye'ye bakmaları.
Almanya'da siyasal bilimler alanında hocalık yapan bir meslektaşım bir gün bana kendi üniversitesinde doktora yapan Türkiye'den gelmiş öğrencilerden bahsetti. "Türkiye'den gelen öğrencilerin hepsi Türkiye çalışıyor, başka ülkelerle ilgilenenine neredeyse hiç rastlamadım, bunu çok hatalı buluyorum" dedi.
Ben sosyal bilimlerdeki doktora öğrencilerinin araştırmalarının Türkiye üzerine yoğunlaşmasının temel olarak iki nedeni olduğunu düşünüyorum.
Bunlardan ilki Türkiye'deki içe dönüklüğümüz ve Türkiye-merkezli yaşamamız. Türkiye'de, Türkiye dışındaki dünyaya neredeyse hiç bakmadan sadece Türkiye'ye odaklanarak yaşıyoruz. Dışarıya baktığımız zaman da bunu karşımızdakini tanımak ve onun başarılarından ya da başarısızlıklarından öğrenmek için değil "şu dünyada bizden iyisi yok" demek, egomuza ya da komplekslerimize dokunmak için yapıyoruz.
Türkiye medyasında dış haberlere ayrılan alanın kısıtlılığı ve başka coğrafyalarla ilgili haberlerin veriliş tarzı bunun en önemli göstergelerindendir.
Gerek eğitim gerekse turizm ve sehayat için yurtdışına çıkan insan sayısının giderek artması bu içe dönüklüğü zaman içinde kırabilir, kırmalıdır da.
Yaşadığımız ülkeye ve onun yoğun sorunlarını anlamaya öncelik vermenin doğal gibi gözüken bir tarafı olsa da giderek küreselleşen bir dünyada sadece Türkiye'ye bakarak Türkiye'yi anlamak ve Türkiye'nin sorunları için çözüm üretmek mümkün değil.
Ama tabii dünyaya, nihai olarak Türkiye'ye katkı sağlamak gibi bir amaçla bakmak zorunda da değiliz. Yeni yerleri keşfetme, öğrenme ve oralar hakkında üretilen bilgiye katkıda bulunma isteği de Güney Amerika'dan Afrika'ya, İskandinavya'dan Doğu Asya'ya kadar Türkiye dışındaki coğrafyalar üzerine çalışmak için başlı başına yeterli bir sebeptir.
Yurtdışına Türkiye'den giden doktora öğrencilerinin çalışmalarının Türkiye ağırlıklı olmasının Almanya'daki meslektaşımın gözardı ettiği ikinci nedeni ise uluslararası akademik dünyanın ve danışman hoca-öğrenci ilişkisinin dinamikleriyle ilgili.
Türkiye ve Türkiye gibi çevre ülkelerden Batı'ya gidip doktora yapan öğrenciler danışman hocaları tarafından daha çok kendi ülkeleri hakkında araştırma yapmaya yönlendirilebiliyor. Bu genelde öğrencinin o ülkeyi yakından tanıması ve ülkenin ana dilini biliyor olmasından kaynaklanan pratik bir seçim gibi görülüyor.
Yalnız bu aslında sadece pratik bir seçim değil, uluslararası akademik dünya içindeki eşitsiz güç ilişkilerinin de bir yansıması. Türkiye üzerine uluslararası literatürde yazan çizen pek çok yabancı hoca olmasına rağmen, Türkiye'deki akademisyenlerin yine sadece Türkiye uzmanı olması ve uluslararası alanda da görüşlerine sadece Türkiye için başvurulması batı-doğu/kuzey-güney arasındaki eşitsizliklerin akademik dünyadaki rahatsız edici bir göstergesi.
Bunu Batı'daki bazı danışman hocaların oryantalizm yaklaşımlardan kurtulamamış olmasına bağlamak da mümkün. Batı akademiyasındaki oryantalizm kendini doğu ülkelerinden gelen öğrenciyi sadece kendi ülkesi hakkında çalışmaya yönlendirmek şeklinde ortaya çıkabiliyor.
Bazı hocalar Batı toplumlarının "mükemmeliğe" eriştiği yanılsamasına kapılıp bu toplumlarda yapılacak fazla bir şey kalmadığını, öğrencinin kendi ülkesinde yapacak daha fazla şeyi olduğunu düşünüyorlar.
Örneğin Afrikalı bir öğrenciye danışmanlık yaptıkları zaman dolaylı yoldan Afrika'nın kalkınmasına da yardım ettiklerini varsayıyorlar. Bu, Hollywood filmlerinde ''beyaz adam''ın hep kahraman ve kurtarıcı rolünü oynamasını hatırlatan tipik oryantalist sendrom aslında. İşin bir diğer yönü de öğrencinin çalıştığı konunun dolaylı olarak hocanın kendi araştırmalarına girdi ya da veri sağlaması.
Hocalar öğrencilerine doğrudan itiraf etmeseler de doktora öğrencilerinin çalıştığı konudan beslenirler, tek başlarına nüfuz edemeyecekleri alanlarda, okuyamayacakları dillerde yeni şeyler öğrenirler.
Bunu - tabii ki hocanın görevini kötüye kullandığı örnekleri dışarıda tutmak kaydıyla - olumsuz anlamda söylemiyorum, bu işin doğasında bu vardır.
Benim dikkat çekmek istediğim konu şu: Hoca öğrenci ilişkisi her zaman için eşitsiz bir güç ilişkisidir ve doktoradaki dinamikleri daha farklıdır. Bunun en başından farkında olmak lazım. Eğer bir Batı ülkesine doktora öğrencisi olarak gidiyorsanız - ki Türkiye'de genelde doktora için Amerika Birleşik Devletleri'ne ya da Avrupa'ya gidilir - hoca ile öğrenci arasında halihazırda yeterince karmaşık olan dinamiğe danışman hocanızın tavrına bağlı olarak gelişmiş dünya-gelişmekte olan dünya arasındaki çarpık ve eşitsiz güç dinamiği de eklenebilir.
Doktora, öğrencinin gittiği ülke ve coğrafya hakkında çalışabileceği, bilgi edinebileceği, araştırma yapabileceği ve sadece orada erişebileceği kaynakları kullanabileceği önemli bir fırsat.
Türkiye'deki kaynaklara her zaman erişirsiniz, ama gittiğiniz ülkenin ve doktora öğrencisi olduğunuz üniversitenin kaynaklarına bir kere mezun olduktan ve oturumunuz bittikten sonra o kadar kolay erişemeyebilirsiniz.
Doktora boyunca erişilebilecek kaynakları olabildiğince çabuk öğrenmek ve iyi değerlendirmek lazım.
Ayrıca doktoradan sonra farklı akademik modelleri benimseyen farklı kurumlarda çalışmak, araştırma yapmak ve ders vermek çok zenginleştirici bir deneyimdir. Yalnızca Türkiye üzerine çalışmak öğrencinin doktora sonrasında edinebileceği iş deneyimini Türkiye ile kısıtlayabilir.
Tüm bunları birlikte düşününce doktoraya yeni başlayacak olan genç arkadaşlarıma şunları söylemek isterim: Doktora öğrencisi olarak öncelikle elbette sizi ne çok tutkuyla neyin sürüklediğine bakın.
Size hayat ve heyecan veren konu gerçekten bilimsel bir projeye dönüşebilir bir konu ise (eğer değilse hayal kırıklığıyla yüzleşmek lazım) mümkün olduğunca peşini bırakmayın.
Ve tek ilgi alanınız Türkiye olmasın. İddia ediyorum ki bunun uzun vadede yararını göreceksiniz.
Ayrıca pek çok iyi analiz karşılaştırmalı araştırma projelerinden çıkar. İster medya araştırmaları, ister siyaset bilimi, ister sosyoloji olsun Türkiye'yi de içeren karşılaştırmalı araştırmalar yapabilirsiniz.
Gana ya da Kongo üzerine mi çalışmak istiyorsunuz, dilini bilmiyor olmak sizi caydırmasın ya da ürkütmesin. Sıkı bir çalışmayla bir senede makul bir seviyede öğrenilemeyecek dil yoktur.
Sadece Türkiye'ye bakmayın, dünyaya bakın.
Hepinize başarılar. (EÖ/BA)
* Esra Özcan, Kadir Has Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğretim Üyesi