Fethiye davası etrafında, her biri ayrıca uzun uzun tartışılmaya muhtaç konular olan avukatlık, Barolar, kadınların adalete erişimi konusunda yaşanan sorunlar, cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçların delillendirilmesi ve daha birçok konunun tartışmaya açılmasının, tarafların konuyu kişiselleştirmedikleri müddetçe, iyi bir şey olduğunu ve olumlu sonuçlara yol açabileceğini ve bu yüzden hem avukat, hem bir feminist olarak bu tartışmanın dışında kalmamam gerektiğini düşünüyorum.
Tartışma ilk olarak Fethiye'de bir kadına tecavüz etmekle yargılanan sanıklardan birinin, aynı zamanda Baro Başkanı da olan bir avukat tarafından temsil edilmesi ve kadın örgütlerinin bu durumu protesto etmesi ile başladı.
Baro Başkanının sanık avukatlığını yapmasını eleştirenlerin temel eleştirileri, Baro Başkanı'nın Muğla Barosu tüzel kişiliğini temsil ettiği, baroların hukukun üstünlüğünü, insan haklarını savunmak ve korumak ile yükümlü oldukları, bu sebeplerle de cinsel saldırı isnadı ile yargılanan bir sanığı savunmaması gerektiği konuları üzerine odaklandı.
Öncelikle, Baro Başkanı da olan sanık avukatının tartışma konusu olayda Baro tüzel kişiliğini temsil ettiği değerlendirmesinin, hukuken doğru bir değerlendirme olmadığını düşünüyorum.
Baro Başkanları, kanunların kendilerine verdikleri görevler dahilinde Baro tüzel kişiliğini temsil ederler. Bunun haricinde özel hayatlarında ve kendi özel işlerinde bireysel olarak sorumlulukları vardır ve tercihleri kendilerini bağlar.
Mustafa İlker Gürkan, avukat olarak, kendisine başvuran bir sanıkla kişisel olarak bir avukat müvekkil ilişkisi kurmuş ve bu sözleşmeye dayanarak, olayda temsil hakkını kullanıyor.
Kişisel olarak yürüttüğü bir işte Başkanlık sıfatını ve Baronun tüzel kişiliğini kullanması zaten ne hukuka ne de etiğe sığmaz ve böyle bir durum olmadığı, şimdiye kadar konuşulanlardan anlaşılıyor.
Bir taraftan herkesin/her tür suçla itham edilenin savunma ve adil yargılanma hakkı olduğunu kabul ederken, diğer taraftan bu savunma hakkının aynı zamanda Baro Başkanı da olan bir avukat tarafından gerçekleştirilmesine neden karşı çıkıldığını anlayabilmiş değilim.
Herkes kadar savunma hakkı bulunduğunu söylediğimiz kişinin, aslında o kadar da savunulmaya hakkı olmadığını mı düşünüyoruz yoksa. Elbette ki bir avukat belli türden davaların sanıklarını asla savunmayacağını söyleyebilir. Böyle bir hakkı ve özgürlüğü tartışmasız olmakla birlikte, aynı avukatın bu tip davaları takip eden diğer avukatları etkilememe ve saygı gösterme yükümlülüğü de vardır.
Avukat, müvekkilinin ne yargılandığı suçla ne de işlediği hükmen sabit olan suçla, değerlendirilemez. Zira avukatın görevi kural olarak, suçu, olayımızda tecavüzü savunmak değildir. Avukatın görevi, sanığın suçsuz olduğunu ispat etmesine yardımcı olmak ya da sanık suçlu olduğunu kabul etse veya suçlu olduğu ispat edilse dahi Ceza Muhakemeleri Kanunu'nda (CMK) ve diğer mevzuatta kendisine tanınan hakları kullanması noktasında müvekkiline yardımcı olmaktır.
Müvekkilinin suçu işlemediğini ispata yönelik ya da yargılamanın usule uygun biçimde yapılmasına yönelik tutum ve davranışlar, mesleğinin gereğidir. Bu tutum ve davranışlarından dolayı Avukatlar çok fazla eleştiriyle karşı karşıya geldiğinden; hem meslektaşlarım hem de savunma hakkının geleceği için bu konuda hassas davranılmasının hayati olduğunu görmemiz gerekir.
Türkiye; "yasa dışı örgüt" üyesi oldukları iddiası ile yargılanan sanıkları savundukları için soruşturma geçiren ve tutuklanan avukatların olduğu bir ülke.
Nasıl ki bu durumlarda eleştirilerimizi dile getirdiysek, bu davada da tutarlı bir biçimde cinsel saldırı sanıklarının da savunma haklarını savunmamız gerekir. Aksi takdirde, ileri sürdüğümüz görüşlerin samimiliği konusunda kafalarda soru işaretlerine neden oluruz.
Bununla birlikte, elbette ki avukatlar eleştirilerden azade değildir. Avukatın kendi görev sınırlarını aşarak, kendini müvekkili ile özdeşleştirdiği, suçu savunmaya başladığı, sanığı ya da mağduru savunurken başka hak ihlallerine sebep olmaya başladığı durumlarda, yaptığı eylem mesleğinin gereği olmaktan çıkıp hak ihlali olmaya başlar.
Bu yüzden sadece tecavüz veya yasa dışı örgüt üyesi ya da yağma veya insan öldürme sanığı birisinin avukatlığını yapıyor oluşu ile değil, temsil ilişkisini nasıl yapıyor olduğu noktasından ancak avukat eleştirilebilir.
Bazı kavramlar hayatımızda o kadar çok kullanılıyor ki, artık kavramın içeriğine yabancılaştığımız, amacından uzaklaştığımız durumlar hepimizin başına geliyor. Bu yüzden kullandığımız kavramlar üzerine düşüncelerimizi ve inancımızı ara ara tazelemenin iyi bir şey olduğunu düşünürüm naçizane.
Her suç bir insan hakkını ihlal eder, yani her suçla birlikte bir hatta birden çok insanın hem maddi hem manevi olarak canı yanar.
Özellikle cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlarda, esas olarak kadına yönelik bir ayrımcılık biçimi olduğu için, bütün kadınların bu suçun mağduru olduğunu ve haklarının ihlal edildiğini söyleyebiliriz.
Buna karşılık suçun bir insan hakkı ihlali olması durumu, suç işleyeni/işlediği iddia edileni haklarından mahrum bırakmaya mazeret olarak ileri sürülemez. Yukarıda da belirttiğim gibi her suç bir hakkı ihlal eder, o zaman hiçbir sanığın savunulmaması gerekir. Aksi takdirde başka birçok insan hakkı ihlaline ve hukuksuzluğa sebep olabiliriz.
Yani bir kadının cinsel saldırı suçuna maruz kalmama, kaldığında adil bir biçimde yargıda hakkını arama hakkı olduğu kadar, bir erkeğin de kendisine bir suç isnat edildiğinde kendisini seçtiği bir avukat tarafından temsil ettirme hakkı, bir avukatın da istediği bir müvekkili temsil etme hakkı mevcuttur.
Bu haklar, mağdur ve sanığın hakları, birbirine tezat oluşturan, birbirine engel olan haklar değil, tam tersi adaletin tesisi için birbirini tamamlayan, olmazsa olmaz haklardır.
Hakları ihlal edilenler, hak ihlal etmeme konusunda daha duyarlı davranmalıdırlar. Kadınların kadına yönelik şiddet davalarına müdahil olmalarının, takip etmelerinin çok önemli olduğunu kabul etmekle birlikte, bunu yaparken başka hak ihlallerine sebebiyet vermemeye özen göstermeleri gerektiği düşüncesindeyim.
Cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar; sonuçları itibariyle mağduru üzerinde onarılamaz yaralar açmasına ve kadına yönelik en açık ayrımcılık biçimlerinden birisi olmasına karşılık, ispatı zor suçlar olduğu ve cinsel suçlara maruz kalanlar hakkında yanlış birçok kalıpyargı olması sebepleriyle kadın örgütlerinin en hassas davrandıkları konulardan birisi.
Suçun işleniş şekli nedeniyle delil ve tanık konusunda, mağdurları çok büyük sıkıntılar yaşamakta ve hatta bu yüzden birçok cinsel saldırı ve taciz cezasız kalmaktadır.
Bu durum konusunda kadınlar bir çözüm olarak, kadının beyanının davaya esas alınmasını talep etmektedirler. Bu konuda kadın örgütleri arasında geniş bir uzlaşının varlığından da söz edebiliriz.
Ancak "cinsel suçlarda kadının beyanı esastır" önermesinden ne anlaşılması gerektiği, nereye kadar beyanın esas kabul edileceği noktasında tam bir uzlaşının olduğundan söz edemeyeceğimiz gibi, ciddi bir kafa karışıklığının olduğu da bariz bir biçimde ortada.
Bazı feministler kadının beyanının, kadının cinsel saldırı veya tacize uğradığı konusunda başkaca hiçbir delil olmasa da yeterli kabul edilmesi gerektiği konusunda ısrarcı davranmaktadır.
Oysa ki sadece bir kişinin beyanına dayanarak, başka bir kişinin mahkum edilmesi, hukukun çağlar boyunca geçirdiği evrimler sonucu ortaya çıkardığı "suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar, kimse suçlu sayılamaz" şeklinde masumiyet ilkesi olarak bildiğimiz, hayati bir ilkenin boşa çıkmasına ve hukukun yüzyıllarca geriye götürülmesine sebep olacaktır.
Bütün kadınların, her zaman doğru söyleyeceği kabulü, çok özcü bir yaklaşımdır. Bu konunun da ayrıca feministler arasında önyargısız bir biçimde tartışılması gereklidir.
Masumiyet karinesinin bazı durumlarda görmezden gelinebilmesi, tehlikeye girmesi, hepimizin asılsız bir suçlama ile karşı karşıya geldiğimizde, bir kişinin beyanına dayanarak mahkum olabileceğimiz düşünüldüğünde; konunun ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Zira insanlık tarihi bir yönüyle, suçlu olmadığı halde işkence gören, yıllarca hapiste yatan ve hatta idam edilen insanların tarihidir diyebiliriz.
Bu yüzden hukuk siyaseti, masum bir insanın ceza almasındansa, suçu ispat edilemediği için bazı suçluların cezasız kalması yönünde ağırlığını koymuştur. Bunun bireysel olarak vicdanları yaralayan bir yönü olsa da, diğer ihtimalle karşılaştırıldığında ortaya çıkan sonuçlar bakımından daha az zarara yol açacağı hepimizce görülecektir.
Cinsel suçların cezasız kalması elbette ki kabul edilemez, ancak cezasızlık sadece cinsel suçlar için değil, başka birçok suç için de söz konusudur.
Bu ilkenin bazı suçlar için ihlal edilebildiği görüldüğünde, başka durumlar için de mağdurun beyanının cezalandırma için yeterli kabul edilmesi talep edilebilir.
Diğer bir konu ise, cinsel saldırı davalarında ispat külfetinin sanığa yüklenmesi yönündeki taleplerdir. Hukukun en temel prensiplerinden birisi, iddia eden tarafın iddiasını ispatla yükümlü olduğudur.
Hayatın olağan akışı içinde, yapılan bir şeyin ispatının mümkün olduğu, ancak yapılmayan bir şeyin ispat edilemeyeceği düşüncesi; bu prensibi ortaya çıkarmıştır.
Örnek olarak; evde kadınla yalnız olan bir erkeğin kadına tecavüz ettiği iddia edildiği bir durumda; kadın vücudundaki varsa darp izleri, sperm kalıntıları gibi delillerle suçun işlendiğini kanıtlayabilir.
İspat külfetinin sanığa yani erkeğe yüklendiğini düşünürsek, erkek tecavüzün olmadığını nasıl ispatlayabilir. Eğer evde 24 saat evin her tarafını kayda alan bir kamera yoksa, ispatlayamaz.
Kadının beyanının esas alınması ilkesine; kadının taciz ve tecavüze uğradığını söylediğinde, gerekli soruşturma ve kovuşturma işlemlerinin hassasiyetle yapılması ve mağdura tekrar zarar vermeden bu süreçlerin işletilmesi bakımından; taraftar olduğumu söyleyebilirim.
Ancak bu beyanın başka delillerle desteklenmeden tek başına mahkumiyete sebep olması noktasında karşı olduğumu, aksini düşünenlerin önyargılardan uzak biçimde tekrar düşünmelerini naçizane fikir olarak ileri sürebilirim. (SKC/ÇT)