Sağım solum kış, şehir,
Üstüne ay mavisi düşmüş bazen uzak nehir...
Dünya bana göre bazen, bazı zehir..."
Birhan Keskin, "Kesif Su"
Bu coğrafyada yaşamak hem çok şahane hem çok meşakkatli. Sevinçlerimiz, şenliklerimiz ucundan tırtıklanıyor; duygumuz ve vicdanımız yırtık pırtık kalakalıyoruz. Ama insana yakışan, o yırtık pırtık vicdana ve duyguya direnç üflemek. Dirilmek. Direnmek. Yani, o zehri akıtabilmek.
Burada kurtarıcı olansa, totalitarizm hummasına tutulmamış ve egemen söylemlerce inşa edilmemiş bir akıl. Ancak bu akıl; başka bir yaşamın, dilin, dünyanın, toplumun... imkân ve ihtimal ipinin ucunu hiç bırakmaz. Vicdanının üzerinde, nefretlerin katran bağlamasına müsade etmez. Dün'e, bugün'e başka bir perspektiften bakıp onu okumaya, anlamlandırmaya çalışır. Şenlikleri, festivalleri, bayramları... Dilleri, dinleri, tercihleri... Demokratik, özgür, eşit ve adil yaşamayı... Herkesin eşit yurttaş olarak tanımlanmasını engelleyen... Televizyonları, kitapları, gazeteleri kuşatan... dün'ün ve bugün'ün otoriter/totatiler zihniyetlerine, kültüre, dile, öğretilere, uygulamalara başka / yeni / özgür / eşit / akılcı / nesnel bir perspektiften bakarak direnir. Yepyeni, dipdiri, güçlü; yoksaymadan, ötekileştirmeden tüm toplumu kucaklayan söylemler inşa edebilir.
Hayat belki o zaman daha bir bayram olur! Herkese!
Ya asıl mesele kutlamak ya da kutla(ya)mamak değilse?
Evet, 29 Ekim -Cumhuriyet'in ilanı- 89 yıldır bayramdır. Bütün bayramlar kutlanır.
Fakat, 1923'e ve sonrasına güzellemeler, methiyeler, ezberler içerisinden bakmak; şiddet, nefret, ötekileştirme kültürünü ve söylemini beslemektedir.
Oysa, bir bayram, ancak herkesin bayramıysa sahiden bayramıdır.
Aksi takdirde coğrafyada hayatların bir kısmı "keskin bir tuz hikâyesi" bir kısmı cümbüş cemaat olamaz. Olurmuş gibi görünse de bu hal, gün gelir boğazda bir yumruya dönüşür.
Bu yüzden bazen durup soluklanmak, aklı güne ve verili olana kaptırmışken, oradan çekip çıkarmak gerekir. "Çöl"de Birhan Keskin diyor ki böylesi bir kapılıp gitme haline, halindeki kişiye: "Bu sağır bu anlamsız bu ağır düzlükte / Dur diyor ayaklarım, dinlen, bekle." Bu durup, bekleme anlarında, insan, "yıldızlı göğün altında yaşadığı eski sanrılardan" uyanıyor.
Niyetim, böylesi uyanma hallerimden süzdüklerimi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda ve sonrasında kadınların durumu/konumu üzerine süzülenleri paylaşmaktı. Ama bu coğrafyanın kaderi mi, topraklarda âh mı var; bilmiyorum. Her dönemin kendine özgü bir yasakçı zihniyeti var ne yazık ki! Ve bu ülkede her kuşak her güne başka bir karabasanla uyanıyor. Hele bugünlerde, George Orwell'in "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört"ü artık sadece bir distopik roman değil, kocaman bir hakikat hep birlikte yaşadığımız.
Bu sebeple, 1920'lere, 30'lara dair soru ve meraklarımı; en çok kadın açısından aklıma çengellenenleri ve orada sallanıp duranları kısaca paylaşacağım burada. Yeni sorulara, meraklara, bilgilere, bakışlara kapı aralamasını umarak.
Uç uca ekledim de aklımın bacasından taşayazdı sorular:
- Yeni Türkiye Cumhuriyeti, mülkiyet, kimlik, cinsiyet... açısından temel hak ve özgürlükler bağlamında hangi demokratik uygulamaların kurucusu olmuştur?
- Yeni Türkiye Cumhuriyeti, nasıl bir çocuk/erkek/kadın ve nasıl bir toplum tahayyül etmiştir? Bu tahayyülünü gerçekleştirme araçları neler olmuştur? Füsun Üstel'den alıntılayarak söylersem "makbul vatandaş"ı kimdir?
Ve en çok sallanıp duran sorularım, modernleşmeyi uluslaşma şeklinde yaşayan Türkiye Cumhuriyeti'nde, kadının özgürleşmesi, eşit yurttaş olarak tanınması süreçlerinin nasıl yaşandığına, hangi engellerle karşılaşıldığına, bunların bugün nelere neden olduğuna ve verilen mücadeleye dair. Zira Türkiye Cumhuriyeti'nin "kadın"la arasında "karmaşık" bir ilişki olagelmiş.
Burada, bildiğimiz isimleri, öğrendiğimiz bilgileri tekrarlamamayı tercih ediyorum. Zira o bilgilerin çok sağlam öğrenildiğine dair şüphe taşımıyorum.
- Serpil Sancar'dan alıntılayarak: Neden "erkekler devlet, kadınlar aile kur"muştur?
- Meşrutiyet'ten Cumhuriyet'e uzanan süreçte, sonrasında anneannelerimizin kadın hakları için verdikleri mücadeleden, dergilerinden, derneklerinden; kadının rolünü "aile-anne"lik dışına çıkarmak için mücadele eden ve dönemin eril zihniyetince dışlanan kadınlardan haberdar mıyız? Değilsek , acaba neden?
- Kadın ve haklar söz konusu olduğunda, bunlar neden kadınların 1900'lerden başlayan mücadelelerinin bir sonucu, kazanımı olarak tanımlanmamıştır? "Erkek meclis"in "kadın"lara verdiği haklar olarak anılmaktadır?
- Neden, erkekler değil de kadınlar kendilerini bu meclise borçlu hissetmelidir?
- Kurtuluş mücadelesine destek veren, aynı zamanda kadın hakları için de mücadele etmiş kadınlar 1924 anayasasıyla siyasal haklarını alamamışlar. Erkeklerle eşit vatandaş olarak kabul edilmemişler. Yeni kurulan devlet kurumlarının önemli ve stratejik hiçbir kademesinde yer alamamışlar. Sadece, sivil, yerel, dernek, cemiyetlere kabulü tercih edilmiş; kamusal, siyasal alanlara kabulü tercih edilmemiştir. Neden?
Bir kısmını farklı sebeplerle, farklı zamanlarda okumuş olduğum kimi görüşleri, yazıları... Serpil Sancar'ın "Türk Modernleşmesi'nin Cinsiyeti"nde peş peşe okuduğumda zihnimdeki şiddetli zelzelenin sonuçları, dönemin könjöktürü ama... denerek açıklanabilecek gibi değil. Zira, sorular çengelli bir akıldan böylesi açıklamaları kabul etmesi beklenemez de. Zelzelenin tetikleyicilerine örnekler:
- Yunus Nadi. "Kadınlar mebus olmak yerine Himaye-i Etfal'de çalışsınlar." (Cumhuriyet gazetesi)
- Yakup Kadri. "kadınların fazla süslenmesine karşı çıkıyor, anneliği medeniyet yaratan olarak tanımlıyor ve Türk kadınının başka milletlerin kadınlarına özenip de kendisi olmayı unutmamaya çağırıyor, Türk kadının ilerlemesi gibi konuları boş konular olarak adlandırıyor..." (Peyam gazetesindeki "Kadınlık, Kadınlarımız" adlı 9 mektuptan oluşan yazılarında)
- 1938'de Peyami Safa Türk kadınını zıt kadınlıklar eşliğinde şöyle tanımlıyor:
"1. Erkek gibi, bağımsız, agresif, feminist/sosyalist ne Türk, ne Müslüman kadın
2. Dejenere, güzellik peşinde koşan burjuva kadın
3. Geveze, dedikoducu, sıkıcı ve hayal gücü olmayan ev kadını
4. Gerçek Türk kadını. .. onun karagahı evidir... Kendisi aydınlanmış bir Türk kadını, ebeveynlik ve ev içi görevlerini sevgi, bilgi ve teknik beceriklilikle ve ayrıca dünya olayları hakkında biraz olsun bilgiye sahip olarak yerine getiren bir anne olduğundan çok farklıdır."
O halde, aklım biraz kırık dökük, biraz öfkeye bulanmış, biraz aydınlık... ey, 1920'lerin kurucu eril zihniyetleri ve onları olduğu gibi devralanlar, bugünküler:
- Biz kadınlar, sadece modernleşmenin bir sembolü müydük sizin için?
- Neden vatan ana'dır, devlet ve gücü eril'dir?
- Neden, biz kadınlar iyi anneler, eşler ve öğretmenler olmalıydık?
- Türkiye Cumhuriyeti, bu zihniyetle hesaplaşıp kadını ana'lıktan, devlet'i eril'likten neden kurtarmamış/çıkarmamıştır?
- Pek çok reformda ısrarcı ve mücadeleci olan meclis, konu kadınlar olunca onu neden dişil rollere, erdeme, ahlaka hapsediyor?
Bir de şöyle "makbul kadın" tanımı yapıyor: "Batılı tarzda eğitim görmüş, Anadolu'nun saf ve temiz kızı olabilmiş; aynı zamanda kurucu erkeklerin dünyası olan kamusal alanda dişilliğinden sıyrılmış, ciddi, değerlerinde yerel, milli kültürün ürünü, temsilcisi, bireysel aşk yerine milli ideallere bağlı, cinsiyetsiz öğretmen, anne."
- Peki, medeni kanun ile, kadınlara aile, evlilik ve velayet hakları konusunda bir güçlenme imkânı tanınıyor. Medeni haklar devrimi, neden "kadın devrimi"ne dönüşemiyor? Eşit siyasal katılım uygun görülmüyor, eğitim-çalışma hakkı kadınlığa uygun mesleklere yönlendirilecek şekilde tanımlanıyor, siyasal alandan ve devlet yönetiminden kadın uzaklaştırılıyor; kadınlara özgü toplumsal ve kamusal roller oluşturuluyor?
- Ve ilginç olan meclisteki "modernist İslamcılar, muhafazakârlar, Türkçüler" nasıl oluyor da "kadın konusunda birleşiyor"? Başka reformların kabulü, kadın hakları konusundaki "uzlaşı"yla mı mümkün oluyor?
Bütün bunlar ve "dönemin egemen modernlik anlayışı çerçevesinde kadınların kamusal görünürlüğü ve hakları(nın) ulusa faydalı olduğu alanlarda ve aile ile ilgili görevlerin yerine getirilmesi koşuluyla savunulması; kadınlığın erkeği mutlu etmek, toplumu eğitmek, üretmek, modern olmak, mazbut olmakla sınırlandırılması" özgür, özerk kadının inşasının arzulanmadığının, eril devlet anlayışının o günlerden bugüne değişmeden taşındığının da bir göstergesi değilse, nedir?
Ve 90'lardan itibaren ivme kazanan kadın hareketi de tıpkı 1920'lerde, 30'larda olduğu gibi hâlâ cinsiyetleri ayıran bu eril zihniyetle mücadele etmiyor mu?
Görünen o ki Türkiye toplumunda -Pınar Selek'in kitabının isminden alıntılayacağım- "sürüne sürüne erkek" ve sürüne sürüne kadın ol(durul)ma) eğilimi, zihniyeti, tutumu değişmemiş, değişmiyor. Bu, öyle kolay kolay değişecek gibi de değil.
Peki bu durumda, balkondan sokağa:
Evet, Cumhuriyeti yeni bir rejimin ve pek çok reformun başlangıcıdır. Fakat 1920'lerden bugüne süregelen ezberleri tekrarlamanın Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye toplumu için bir kazanç sağlamadığını, aksine onu güçsüzleştirip yalnızlaştırdığını görmediğimizde güçsüzleşiyor, yalnızlaşıyoruz. Oysa toprakların sesi, rengi, insanı, şiiri, masalı, ezgisi... rengârenk, çok güçlü. Bunları görmek, bunlara dokunmak; eksikleri fark etmek, gidermek için uğraşmak; hastalıkları, yaraları teşhis etmek/tedavi etmek gerekiyor güçlenmek için. Unutarak, yok sayarak, ayırarak yaralar açmak yerine; öğrenerek, anlayarak, barışarak, birleştirerek yürümek.
İnsanın, "dünyanın gitgide katılaştığı" bir çağda bayramları herkesin bayramı kılmak; daha özgür, daha eşit, daha adil, daha demokratik bir Türkiye'nin inşasının peşinde olmak bir tercih değil, zorunluluktur. Bunun için 1920'lere sadece şükranları sunmakla kalmayıp sorularla da bakmalıyız. Ve her ne yaparsak yapalım, sözümüz ve eylemimiz yasağın, baskının karşısında; insanın, insana dair her şeyin yanından olmalı. Zira, yaşamların, bedenlerin, akılların ölümle sınandığı, kuşatıldığı ve ölüme yatırıldığı; bayramların, şenliklerin, şölenlerin engellenmeye çalışıldığı bir toplumda her şey daha zor olacaktır.
Birhan Keskin'in "Öteki" adlı şiiriyle bitirmeli şimdi:
Ama siz yükseleceksiniz hep bembeyaz,
onlar aşağıda siyah kalacak!
Sizin başınız bulutlarda dursun onlar balçıkta bacak!
Siz tatlı rüyalarınızı görün, onlar kalkıp sıçrayacak!
Kavunun kabuğuna bıçağı indirin siz, onlar kaçışacak.
Genişleyin siz merkezde onlar kenarda daralacak!
Onlar seyrek bir fotoğrafta uzağa bakanlar.
Onlar bir ömür taşlara su tutanlar.
Onlar bir hatırada donmuş duranlar.
Onlar bu dünyada yanmış da külde uyuyanlar.
Siz nasıl da menekşe gözlüsünüz onlarsa hep aç gözlü!
Ah siz ölümsüzsünüz dünya üstünde, onlar ölümlü.
Ve siz nasıl da güzel kokuyorsunuz, insanın hası
Onlar kenarda kirliler; onlar atık, onlar sası.
Ah siz, nasıl da 'Siz'siniz buram buram, onlar avam.
Bu cahilin, yoksulun, barbarın ışık neyine, onlar ziyan!
Siz 'It was very amazing' derken 'and fun'
Onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan.
Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor.
Baş döndürücü yüksek balkonların insanı değil; dünyaya, hayata, insanlara karışan; sözünü çoğulcu, eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir Türkiye toplumuna ve yenilenen, değişen, güçlenen Türkiye Cumhuriyetine katkı sağlamak üzere alan insanlar ve bir toplum olmamız; ve daha şenlikli, daha mutlu, dipdiri bayram neşeleri arzusuyla... (MK/BA)
* Bu metin, bir 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı töreni konuşma metnidir.
Kaynaklar:
- Birhan Keskin, Kim Bağışlayacak Beni, Metis, 2005
- Birhan Keskin, Soğuk Kazı, Metis 2010
- Füsun Üstel, "Makbul Vatandaş"ın Peşinde - II. Meşrutiyet'ten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi, İletişim Yayınları, 2011
- Serpil Sancar, Türk Modernleşmesinin Cinsiyeti - Erkekler Devlet, Kadınlar Aile Kurar İletişim Yayınları, 2012