Küba tarihinin en başarılı sporcularından yakışıklı atlet Alberto Juantorena 1976 Montreal Olimpiyatlarında kazandığı madalyalarla memleketine döndükten sonra halkın sevgilisi olmakla kalmamış, devlet başkanı Fidel Castro’nun da yakınlığına mazhar olmuştu. 400 ve 800 metre koşularında zamanın en hızlı sporcularını geride bıraktığı gibi modern olimpiyatlarda iki dalda altın madalya kazanan tek atlet olarak adını spor tarihine yazdırmıştı.
Mark Craig’in yönettiği Running for the Revolution başlıklı belgesel Küba devriminin sembollerinden Juantorena’ya saygı duruşunda bulunuyor. Popüler belgesel dilini benimsemiş olsa da, film 1.90’lık muhteşem fiziğiyle herkesi büyülemiş atlete hakkını veriyor ve yarışlarda ona şampiyonluklar kazandıran olağanüstü deparlarına seyirciyi bilhassa doyuruyor.
Özel hayatıyla ilgili olarak, başından birçok evlilik geçtiğini ve bundan dolayı kendini suçladığını da öğreniyoruz. İlerlemiş yaşına rağmen yine de baba olmaya devam ettiğine ve olgunlaştıkça ailesine daha fazla ilgi gösterir hale geldiğine de şahit oluyoruz. Sakatlandıktan sonra atletizmle ilgili birçok resmî görev üstlendiğini ve bugün memleketine yeni atletler kazandırmak için elinden geleni yaptığını da görüyoruz.
Belgeselde, yıllar sonra ABD’li koşucu Fred Newhouse ile gerçekleşen bir buluşma sayesinde ABD ile Küba arasındaki siyasal kutuplaşmanın sporcular arasında ne kadar önemsiz olduğunu da ayrıca idrak edeceksiniz.
Günümüzde Olimpiyat oyunları azgın kapitalizmin hizmetinde fazlasıyla ticari bir platforma dönüşmüş olsa da, sportmenliğin manasını, nostaljimizi tetikleyen Kübalı şampiyon sayesinde hatırlama ihtimaliniz çok yüksek.
İnsan fiziğinin özgürlükle bağdaştırabileceğimiz birincil ifadelerinden koşmanın güzelliğine bir kez daha kanaat getirirken “at” lakaplı Juantorena’nın etkisinden uzun süre kurtulamayabilirsiniz!
Japonya’daki Olimpiyatların yakında gerçekleşmesi beklenirken bilhassa ev sahipliği yapacak ülkede sporculara yönelik kötü muameleyi de unutmamak ve harekete geçmek şart gibi görünüyor…
Running For The Revolution - Trailer from Autlook Filmsales on Vimeo.
Kalipso kralı deyip geçme!
ABD’de vatandaşlık hakları hususundaki mücadelenin en sıcak günlerinde şarkıcı Harry Belafonte 1968 yılında ülkenin en popüler televizyon programlarından birine beş gece boyunca ev sahipliği yaparak tarih yazmıştı. Beyazların kesinlikle hâkim olduğu bir alanda The Tonight Show’un sunucusu Johhny Carson’un davetlisi olarak üstlendiği bu görevi layıkıyla yerine getirdiği gibi ekran başına kilitlenmiş milyonlarca insanı siyahların, coğrafyada asırlardır ezilenlerin meseleleriyle yüzleştirmiş oldu.
Programa davet ettiği Aretha Franklin, Buffy Sainte-Marie gibi siyasi hareketin içindeki sanatçıların yanında ABD’nin o zamanlar bel bağladığı Robert Kennedy ve Martin Luther King Jr. gibi ağır toplar da vardı. İki meşhur siyasetçi programa çıktıktan kısa bir süre sonra suikastlere kurban gitmiş, ABD’nin tarihi geri dönülmez bir karanlığa gömülmüştü.
Program, normalde insanların yatağa girmeye hazırlandığı saatlerde, baştan çıkaran stiliyle Belafonte sayesinde sıradan televizyon seyircisini politika tartışmalarına sürüklerken bunun bir gelenek haline gelmesini de sağladı.
Yoruba Richen’in yönettiği The Sit-Inn muhteşem arşiv görüntüleriyle bezenmiş klasik televizyon belgeseli tarzına sahip olsa da, ABD’de bir türlü başarıya ulaşmayan ırkçılık karşıtı mücadelenin mühim bir anına bizi dahil ediyor. Kalipso şarkılarını ABD ve dünyada popüler hale getirmiş olan Belafonte seyirciyi centilmen tavrı ve yumuşacık sesi dışında siyasi kimliği ve aktivist yönüyle de cezbediyor.
Bugün 94 yaşında olan, şarkıcılık ve aktivistilik dışında bestecilik ve aktörlük de yapmış olan Belafonte UNICEF İyi Niyet Elçiliği gibi görevler edinmek dışında Afrika halklarının özgürleşmesi hususunda da büyük çaba gösterdi ve en başta George W.Bush gibi politikacılara karşı olmak üzere, etkin muhalefet hareketlerinde yer aldı, savaş karşıtlığını daima ifade etti.
Filmde ilerlemiş yaşına ve epeyce kısılmış sesine rağmen Belafonte’nin ilkelerinden hiç ödün vermeden yoluna en saygın biçimde devam ettiğini görüp istikbale yönelik umudumuzu perçinliyoruz.
Sinemanın ilk kadını
Kadın olduğu için sinema tarihinde uzun seneler boyunca yok sayılmış Alice Guy-Blaché sektörün doğum anlarında büyük katkılarda bulunmuştu. Erkeklerin mutlak egemenliği altında sayılan sinema dünyasında yönetmenlik dışında senaryo yazarlığı, yapımcılık ve stüdyo sahipliği başarıyla kotardığı mesleklerden bazılarıydı. Belgesel görüntülerden müteşekkil ilk filmlerden farklı olarak kurgu filmler çeken ilk sinemacının o olduğuna inanılıyor, sinema tekniğine getirdiği yenilikler günümüzde bile kullanılagelen teknikler olarak kabul görüyor. Yaratıcılığının sınır tanımadığını, deneysellik açısından yepyeni ufuklara yelken açmış olduğu da biliniyor.
Pamela Green’in yönettiği Be natural: The Untold Story of Alice Guy-Blaché başlıklı belgesel Guy-Blaché’nin oyuncularından talep ettiği başlıca özelliğin, o zamanlar pek tercih edilmeyen “doğallık” olduğu hususunda da bizi bilhassa bilgilendiriyor.
Fazlasıyla hareketli ve başarılarla dolu hayatı elbette ki çok renkli geçmişti; fakat inişli çıkışlı, hatta sefaletle dolu dönemleri de olmuştu. Alice Guy-Blaché özel hayatında olduğu gibi sinema kariyerinde de asla yılmadı ve hayatının sonuna kadar mücadelesini idealistçe sürdürdü. Kadın olduğu için yıllar sonra ABD’den döndüğü memleketi Fransa’da da hor görüldü; ölümünden çok sonra, ancak kısa bir süre önce hak ettiği itibara kavuşabildi.
Çok yoğun tempoda montajlanmış, içerik açısından hazine değerinde zengin bir belgeselle karşı karşıyayız. Büyük özveriyle toplanabilmiş arşiv malzemesi sinemanın ilk dönemini seyirciye birebir yaşatıyor ve kahramanına derin saygı duyulmasını sağlıyor. Araştırmacı gazeteci tavrıyla, unutulmuş, hatta unutturulmuş bilgiler durmadan su yüzüne çıkarılıyor, ama bu bitmez tükenmez bombardıman yüzünden seyirci bir nebze yorulabiliyor.
Fimde röportaj yapılmış birçok simanın yanında, Guy-Blaché hakkındaki esas metin üst ses olarak bize Jodie Foster tarafından okunurken, fazlasıyla yoğun belgesel genellikle iktidardaki erkekler tarafından yazılmış tarihin mutlaka sorgulanması gerektiğini gözümüze sokuyor.
Rossellini olmak kolay mı, değil mi?
Ailenin temel direği pozisyonunu ister istemez yüklenip daima güçlü olmak zorunda kalmış bir diğer kadın Isabella Rossellini. İtalya’nın dünyaya armağanı, sinemadaki yeni gerçekçilik akımının babalarından Roberto Rossellini’nin Ingrid Bergman’la gerçekleştirdiği ikinci evliliğin meyvelerinden Isabella, dünya çapında modellik dışında sinema ve tiyatro oyunculuğu da yapmış çok yönlü bir sanatçı.
Büyük bir sinema ustası olmasına rağmen Roberto üç evliliğinden edindiği çocuklarına hiçbir zaman yeterince vakit ayırmamış ve adeta bir hanedana dönüşmüş geniş ailesi bundan daima muzdarip olmuş.
The Rossellinis başlıklı belgeseli çekmek, tabii ki bu durumdan en çok şikâyetçi olan, bir zamanların uyuşturucu müptelası, kendini ailenin diğer fertleri kadar ”güzel” bulmayan şirin torun Alessandro Rossellini’ye düşmüş.
Alessandro, bir ara kraliyet aileleri kadar magazincilerin alakasıyla sarmalanmış olan Rossellini’lerin röntgenini çekmeye girişiyor, fakat muhtelif aile fertlerini teşhir ederken kendini beklenebileceği ölçüde afişe etmekten imtina ediyor. Üstelik ailenin temel direği vazifesini üstlenmiş Isabella’nın tatlı tatlı hışmına bile uğruyor.
Ailenin bazı fertleri gayet medyatik olmayı sürdürmelerine rağmen bazıları fazla göze batmadan mütevazı hayatlarını sürdürmeye çalışırken Alessandro’nun projesinden en çok onlar rahatsız oluyor.
Şirin mi şirin belgesel kesinlikle eğlenceli ve “İtalyan ailesi” klişesine inananları epeyce tatmin edebilecek kıvamda, ama aynı zamanda karışık evliliklerin eksilerini ve artılarını peş peşe sıralayan sosyolojik donanıma da sahip.
Rossellini’lerin sinemayla yakından ilgili bir aile olmaları sebebiyle de doyum olmaz arşiv görüntüleri seyirciyi avucunun içine alıyor, skandallarla çalkalanmış muhteşem mazilerine sürüklüyor ve çok başarılı aile büyüklerinin bıraktığı, maddi olmaktan çok manevi mirası taşımanın ne kadar meşakkatli olduğunu hatırlatıyor.
Anne yokluğunun doldurulamaz boşluğu
Dünya çapında meşhur olup eserleri Türkçe dahil 45 dile çevrilmiş yazar Amos Oz gençliğinde Kudüs’ü bırakıp Hulda kibutzuna yerleşecek kadar radikal bir insandı. Kibutzun zor şartlarına uyum sağlamak kolay olmasa da idealist Amos dirayetle zorluklara göğüs gerdi ve ancak kitapları sayesinde uluslararası şöhret olmaya başlayınca kibutzun yerlileri tarafından kabul görmeye başladı. Ne de olsa kazancının çoğunu kibutzun kasasına yönlendirerek kurumun dayanışma ilkelerine riayet ediyordu.
Oysa hayatının sonuna kadar dolduramadığını ifade ettiği boşluk onu daima takip etti ve hayatına yön veren esas unsur oldu: Annesi, Amos 12 yaşındayken intihar etmişti. Babasından da hayır görmediğinden çocuklarına benzer duygular yaşatmayacağına dair ant içti; ne var ki kız evlatlarından biri onu fiziksel ve manevi şiddetle itham etti!
Yair Qedar’ın yönettiği The Fourth Window seyirciyi Amos Oz’un özel dünyasına olduğu kadar eserlerine de zarafetle dahil ediyor. Ne hakkında yazdığını sorduklarında tek bir kelimeyle cevap vermesi gerektiği zaman “aile” hakkında yazdığını, iki kelime hakkı tanındığı zaman “mutsuz aile”lere odaklandığını ifade eden müteveffa Amos yakışıklılığının yanısıra karizmatik kimliğiyle de gezegen çapında bir hayran kitlesine sahip olmaya devam ediyor.
İsrail ruhunu layıkıyla betimleyen Oz’u film boyunca arşiv görüntüleriyle takip ediyor, kanserin son safhasındayken biyografi yazarı, yakın kadın arkadaşı Nurith Gertz’e telefondan ettiği itirafları duygulanarak dinliyoruz. Bu arada İsrail’in edebiyat çevrelerine nüfuz ediyor, yazarın yerküre çapında edindiği şöhretin temellerini irdeliyoruz.
Özenle kotarılmış biyografik yapım Oz’u tanıyanlara yeni ufuklar açarken, kitaplarını okumamış olanlara da ilham verecektir.
Beatles Hindistan’da
Pop müziğin gelmiş geçmiş en başarılı gruplarından Beatles bir ara, deyim yerindeyse Hindistan’a dadanmıştı. Aslında çocukluğundan beri Hint müziğine meraklı olan sadece George Harrison’dı ve onun sayesinde grubun diğer üyeleri de kendi kültürlerinden çok uzak olan Hint kültürüyle içli dışlı olmak durumunda kaldılar. Tabii ki bu enteresan tanışma müziklerine de yansıdı ve grubun White Album gibi önemli yapıtlarına büyük katkısı oldu.
Aslında işin başında Hindistan macerasından hepsi memnundu; ne de olsa meditasyon ve yoga gibi pratiklerin yanında, uyuşturucu ve uyarıcılar da yaratıcılıklarını kolaylıkla tetikliyordu. Fakat grup bünyesinde yavaş yavaş görüş ayrılıkları belirdi, kimi erken, kimi geç, memleketine döndü. Ne yazık ki bu arada olanlar olmuş, Batı dünyasında bir Hint mistisizmi modası almış yürümüş, Avrupalılar ve ABD’liler Hindistan’a akmaya başlamıştı.
Aynı felsefenin özü günümüzde, kapitalist sistemin boyunduruğundaki halkların gerçekleri fazla sorgulamaması için devletler tarafından pazarlanan temel unsurlarından biri haline geldi diyebiliriz.
Yoksa bütün olanlar CIA güdümlü karanlık bir komplo muydu?
Ajoy Bose ile Peter Compton’ın yönettiği The Beatles and India başlıklı belgesel, yine muhteşem arşiv görüntüleriyle daha önce kısmen biliğimiz bir sürece derinlemesine dalmamıza imkân tanıyor.
Müzikal açıdan seyirci ufak detaylarla beslenirken film ne yazık ki zamanla bir dedikodu kazanına dönüşüyor. Aslında muhtelif görüntülerle desteklenen olaylar hakkında inandırıcılık açısından sıkıntı çekmiyoruz; fakat bilhassa Maharishi Mahesh Yogi’nin önce yüceltilip sonra aşağılanma süreci adi ve çirkef bir lince dönüşürken fimin adeta şirazesi kayıyor.
Dünya medyasının ve akabinde devletlerin Beatles’ın Hindistan ziyaretine fazlasıyla alaka göstermesi Rusya ve ABD’nin birbirini suçlamasına neden oluyor, ortalık cadı kazanına dönüşüyor.
Beatles’ın heyetinde olan Mia Farrow yerel basın tarafından Hindistan’da ne aradığını bilmeyen süfli bir Hollywood yıldızı olarak küçümseniyor, skandallar peş peşe patlıyor, ünlerinin zirvesine ulaşmış olan Beatles elemanları gurularına acımasızca sırt çeviriyor… Neyse ki aradan yıllar geçtikten sonra en başta George olmak üzere grubun diğer üyeleri de Hindistan günlerini ve Maharishi’yi minnetle anmayı başaracaktır…
Festivalin yarışmalı bölümlerinin ödülleri hakkındaki teferruatlı malumata buradan ulaşabilisiniz
(MT/EMK)