Kara Mart 1972-Anılar yazımdan sonra Nadire Mater; 1 Nisan Yılmaz Güney'in doğum günü, "onun için de yazar mısın?" diye sordu.
Tamam, dedim. Yılmaz Güney'le cezaevindeki ortak yaşamımızdan ve sohbetlerimizden bir şeyler yazarım diye düşündüm. Onu doğum yılı olan 1937 tarihinden 74, Paris'te yitirdikten 27 yıl sonra, doğum günü vesilesiyle anmış olacağız. Nadire'ye teşekkür ediyorum.
Yıl 1972, Mart ayının sonu. Sağmalcılar Cezaevinde merdivenaltı denen mahalline bir gardiyan eşliğinde girdiğim anda, koğuşlarla bağlantı sağlayan kapıdan da Yılmaz girdi. İlk defa karşılaşıyorduk.
Tanışmak üzere randevulaşmış gibi oldu ve hiç tereddüt etmeden beklemeden kucaklaştık. Selimiye Kışlasına götürüyorlardı onu. Hürriyet Gazetesi "Yılmaz Güney öldü mü?" manşeti atınca yerini değiştirmeye karar vermişler. Böyle bir anda tanıştık.
Yılmaz'ın yazdığı özel bir sahneydi sanki o an. Cezaevine giriş çıkışların yapıldığı kasvetli bir mekan, iki gardiyan, önceden tanışık olmayan göz göze hızlı bir iletişimle konuşan iki tutsak. Ve candan bir kucaklaşma.
Tanışma sahnesini özellikle dramatize etmek istedim. Zira Yılmaz'ın her anı-yaşamı; dramatiktir, teatraldir, estetiktir, tutkuludur, ve de -sinema sanatçısı tarzıyla- abartılıdır. 27 aylık tutukluluk döneminde birlikte olduğum tüm anlar-sahneler ve konular değişik de olsa-öyleydi.
Kendisiyle, çevresindeki insanlarla, toplumla sürekli ve dinamik bir alış-veriş içinde. Bu alış veriş, öyküdür, romandır, sinemadır, yaşamın ta kendisidir. Yaşadığı her an bir öyküyü, bir romanı, bir sinema sahnesini üretir, yansıtır.
Onun için yaşam daha ziyade bir sinema anlatımıdır. Bu anlatımın öğesi ve öznesi insandır. Ezilen horlanan sömürülen özgürlüğü kısıtlanmış korkutulmuş insanlar.
Bu anlatım da süreklidir. Yılmaz Güney de bu anlatımın emekçisidir. Günde 24 saat algılayan duyarlı ve üreten bir emekçi. İçimizdeki korkuyu yok etmeliyiz önce, derdi. Sorgulayıcı olmalıyız, derdi.
Türkiye sinemasını sorguladığı gibi içinde bulunduğu ortam dahil olmak üzere devrimci sol siyasi ortamını da sorguladı. Eşi Fatoş'a, oğlu Yılmaz'a hasretini yazdı.
Güney Filmcilik yayını Selimiye Mektupları kitabında derlendi bu yazılar. Benim birlikte olma şansını yakaladığım süre içinde gördüğüm, kavradığım algıladığım Yılmaz Güney buydu.
Tutuklanmadan önceki yıllarda bu alanda ürettikleri, onu Türkiye sinemasında devrim yapan bir usta, halk nezdinde bir efsane kahramanı, dünya çapında da önemli bir sinema sanatçısı yapmıştı.
Selimiye Kışlasındaki Yılmaz Güney, vurdulu kırdılı çok insanın telef olduğu Yeşilçam filmleri dönemini aşmış son birkaç filmi ve özellikle Umut Filmi ile toplumcu gerçekçi sinema evresinde kendini dönüştürmüş bir sinema sanatçısıydı.
Devletin resmi ideolojisiyle çatıştı. Gençliğinden itibaren soruşturuldu yargılandı mahkum oldu. Filmleri sansürlendi. Yasaklandı. Sistemin tüm asker sivil neferlerinin hedefiydi. Bir kavga adamıydı, pes etmedi.
Yüzünde gülücükleri eksik olmayan sevecen bir DEV'le arkadaş olmuştum. Yılmaz Güney deryasında daha fazla kulaç atmayayım. Onu tüm yönleriyle öğrenmek tanımak istiyorsanız Güney Yayınları'ndan Atilla Dorsay'ın Yılmaz Güney Kitabı'nı okuyun.
Aslında değerli yazar, bu kitap ile gerçekte bir kişinin değil bir ülkenin bir toplumun serüvenini ve içyüzünü anlatmış oluyor. Atilla Dorsay'ın bu çabası olağanüstü, başarılı ve değerli. Kendisine ne kadar teşekkür etsek azdır.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (THKP-C) davası sanıklarıydık. İçinde bulunduğum bir grup sanık 20 ay Sağmalcılar Cezaevinde kaldı. Sinema ve Tiyatro dünyasından Yılmaz'ın arkadaşları Güven Şengil, Mustafa Alabora, Erkan Akın da bu grubun içindeydi.
Bu sanatçı arkadaşlarımın cezaevi cehenneminde yarattıkları vahaları, insani keyifli ortamları hiç unutamam. Soluklanır şifa bulurduk bu arkadaşlarla.
Güven'le Mustafa'nın oynadığı ve senaryosu "ordu içindeki yandaşımız generaller bir gün mutlaka bizi kurtaracaklar" umudu üzerine inşa edilmiş olan oyunu pek severdim. Ancak oyuncular zorla konuşabiliyorlardı ve çok yaşlanmışlardı.
Titrek sesiyle Güven'in elinde bastonu iki büklüm "Mirim, Gürler (Faruk) Paşa haber göndermiş biraz sabırlı olsunlar diyormuş," şeklinde Mustafa'ya hitap edişi hep gözümün önünde.
Yılmaz'ın bir arkadaşı olarak müsaadenizle bir başka muhteşem anı, anıyı yazmak istiyorum. Sağmalcılar cezaevinde iki katlı ve kırk hücreli müşahede bloğunda kırk kişiydik.
Hücrelerimize kapatıldıktan sonra gün batımında Ahmet Arif imdadımıza yetişirdi. Erkan Akın kulaklarımda hala duran gür sesiyle "Akşam Erken İner Mapushaneye" şiirini okurdu.
Akşam erken iner mapushaneye.
Ejderha olsan kâr etmez
Kâr etmez ustalığın çatal yürek civan oluşun
Kâr etmez inceden inceye sinen hasrete..
İnlerdi ortalık. Hüzün yalnızlığımıza katık olurdu. Karşı koğuşta ağır suçların hükümlüleri kalırdı. Katiller, mafya babaları vb. Erkan biraz geciktiğinde seslenirlerdi, ne oldu hadi şiir okunsun derlerdi. Hep birlikte tiryakisi olmuştuk şiirin ve Erkan'ın sesinin.
Selimiye Kışlasındaki büyük bir salonda yapılan ve tutuklandıktan bir yıl sonra başlayan duruşmalarda, yemek aralarında beraber olurduk Yılmaz'la. Sonra bizi de Selimiye'ye kışlasına getirdiler. Yedi aylık çok yakın bir birlikteliğimiz oldu.
Le Monde, Le Monde Diplomatique gazeteleri gelirdi bana. Buralardan dünya sinemasıyla ilgili derlediğim bilgileri kendisine aktarır, bu çerçevede avangard sinema, politik sinema, devrimci sinema konularına girerdik.
Latin Amerika'da o dönemde devrimci sinema dikkatleri çekiyordu. Bunu aktarmaya çalıştığımda verdiği yanıt, sinema alanında kendine biçtiği misyonu yansıtması bakımından önemliydi; "dünya devrimci sineması bizim topraklarda gelişecek, öncüleri de biz olacağız".
Selimiye kışlasının koridorlarında atılan sayısız ve saatler süren voltalarda arkadaşlarının yaşam öyküsünü dinledi. Ayrıntılarını isterdi öykülerin. Ve kaydederdi hafızasına.
Öyküleri dinlerken bir söz bir deyim bir davranıştan hoşlanmışsa konuşmayı keser ve bunu kullanabilir miyim diye sorardı. Bu öykülerden bazılarını kitaplaştırdı. Sevgili Yaşar Yılmaz'ın yaşamını konu alan Sanık kitabı gibi.
Birlikte attığımız voltalarda beni uzun uzun dinledikten sonra, dışarı çıktığımızda ortak bir çalışma yapabileceğimizi söyledi. Doğduğum ve on dört yaşıma kadar kaldığım Mardin iline bağlı çok dilli çok kültürlü Midyat'la ilgili bir film yapacaktık senaryoyu ben yazacaktım, çekimde birlikte olacaktık.
Buna çok sevinmiştim. Ancak bir gün yine bir voltada "Yavuz, düşündüm, Midyat'la ilgili filmi yapacağız o iş tamam ancak seni götürmeyeceğiz. Zira sen ayrıldıktan sonraki bir dönemde gittim oraya. Senin duyumsayarak, yaşayarak heyecan ve özlemle anlattığın Midyat artık yok. Hayallerinde kalsın o Midyat. Üzülmeni istemiyorum," dedi.
Gerçekten 1952'de Midyat'tan çıkmış bir daha da geri dönmemiştim.
Bir ziyaret günü kızım Zeynep'le oğlum Gün'ü içeriye koğuş bölümüne getirmişlerdi. Yılmaz, her birini bir koluna aldı, çocuklara baktı sonra da bana dönüp, "bütün kavgamız bunların özgür geleceği için" demişti.
Evet, bu ortak kavgamızdı. Ancak kendisini birlikte tahliye olduğumuz 20 Mayıs 1974 gününden sonra Ankara Kapalı Cezaevi'nde görebildim. Son kez de İmralı Açık Cezaevi'nde görüştük.
Yılmaz'ın aile çevresine ayrı sayfalar açmak gerek. Ankara Alaçam sokakta komşuluk da yaptık. Annesi Güllü Teyze'nin, eşi Fatoş'un ve kızkardeşi Leyla'nın çaba ve desteklerine çok yakından tanık oldum. Cezaevine her gün en az on kişilik yemek gönderilirdi. Evde yapılırdı bu yemekler. Güllü teyzeyi de sevgiyle rahmetle anıyorum.
Yazım dağınık ve uzun oldu. Ancak Yılmaz'ın Anıt Mezar öyküsünü de kısaca yazmak istiyorum. Fatoş Güney'le birlikte çalışarak yetmiş civarında projenin katıldığı bir yarışma düzenledik.
Projenin gerçekleşmesi için 1990 yılının Ocak ayında Paris'te ve Stockholm'de Türkiye'den Atıf Yılmaz, Tarık Akan, Tuncel Kurtiz, Atilla Dorsay, Şerif Gören, M. Tali Öngören gibi yönetmen, oyuncu ve eleştirmen olan sinema ustalarının, Ahmet Kaya, Edip Akbayram, Arif Sağ, Melike Demirağ, Şıvan Perver gibi ses sanatçılarının, Aziz Nesin, Erdal Öz, Adalet Ağaoğlu, Nihat Behram, Server Tanilli, Mustafa Ekmekçi gibi yazar ve gazetecilerin Vera Tülyakova Hikmet'in, İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Nevzat Helvacı, Ahmet Türk, İbrahim Aksoy, Fehmi Işıklar, Salih Sümer gibi politikacıların destek verdiği iki görkemli etkinlik düzenlendi.
Paris'te Zénith Salonundaki etkinliğe Avrupa'ya çil yavrusu gibi dağılmış siyasi sürgünlerden yaklaşık yedi bin kişi katılmıştı. Salon coşkulu bir izleyici kitlesiyle hınca hınç dolu.
Sahnede Nihat Behram konuşmasının bir bölümünde, "Romanya Bayrağından kestikleri orak çekici yerine yeniden koyacağız" diyor ve salon inliyor.
Berlin duvarının yıkıldığı Sovyetlerin Perestroyka dönemine girdikleri bir dönemdi. Doğu Avrupa ülkeleri sosyalizmden birer birer kopuyordu.
Salonun Behram'ın direnişine verdiği bu müthiş desteği gören bir Fransız dostum eğilip kulağıma "yahu bu coşkulu yedi bin devrimcinin varlığına rağmen siz Türkiye'de sosyalist devrimi nasıl beceremediniz?" diye soruvermişti.
Mezar Projesi Raportörlüğünü Rezzan Önen yaptı. Benim de görev yaptığım seçici kurulda değerli heykeltıraş Prof. Zühtü Müridoğlu, Mimarlar Cengiz Bektaş ve Şaban Ormanlar'ın bulunduğunu hatırlıyorum. Yaşar Kemal, Emil Galip Sandalcı ve Mahmut Tali Öngören de değerlendirmelerde danışman olarak katkı sundular.
Mimar Erdal Sorgucu'nun eseri seçildi ve Paris'te Pere La Chaise Mezarlığında inşa edildi. Fransa'nın ünlülerinin gömülü olduğu bir mezarlık. Mezarlığın en modern yapıtı olarak Fransa'dan da ödüller aldı.
Paslanmaz çelikten dört kare ayak, bu ayakları iki metre yükseklikte birleştiren bir çerçeve ve zeminde mezar büyüklüğünde yine çelik bir yatay satıh. Bir ayna-satıh, her ziyaretçinin kendi yansımasını görebileceği bir ayna.
Mezarın üstü her daim taze çiçekle örtülü. Ziyaretçilerin ardı kesilmiyor. Mezarın çelik ayaklarına hayranları Yılmaz ağabeylerine kısa mektuplar kazımış.
Oraya gidenlere sorsanız Yılmaz'a kıyanların zulmedenlerin yasaklıyanların hiç birini tanımaz. Bu adı silinmişler halkıyla Yılmaz Güney'in arasını açmayı başaramadı. O halkının kalbinde, evinin duvarında, mücadele ruhunda yaşıyor. İyi ki doğdun Yılmaz Güney. (YÖ/EÖ)