Olmaz olsun böyle bir yeni yıl. Olmaz olsun bütün bu yazılar.
Annesinin karnında öldürülen, daha doğamamışlar. Halasının kucağında öldürülen, kıyamete doğmuşlar. Doğmuş, doğurmuş, vurulmuş yerde yatanlar. Yerde yatana yardıma giderken başından vurulanlar.
Öldürülüp yakılanlar, öldürülüp sürüklenenler, öldürülüp çırılçıplak yola atılanlar. Olmaz olsun bütün bu yazılanlar.
Ben de utanç içindeyim. Bebeklerin öldürüldüğü bir ülkenin, utanç içindeki bir yurttaşıyım. Öyle bir ülke ki; bebeklerin minicik bedenlerinden yükselen katliam çığlığını dahi duymayan yurttaşların yaşadığı bir ülke.
Utanç içindeyim. Her katliamdan sonra, ‘artık hiçbir şey eskisi gibi değil’ dediğimiz her seferinden sonra, nefes almaya devam etmekten bile utanç içindeyim. Elbette biliyorum, ölen her yürek hücremizi bir biçimde yenileyip mücadeleye devam etmek zorundayız. Ama değil hücre yenilemeye, nefes almaya bile pay bırakmıyor artık bu ülke bize…
Şimdi her yerden barış için yürüyorlar. 106 kişilik bir grup Amed’deydi 30 Aralıkta. 31 Aralıkta da Bodrum’dan yola çıkanlar varacaklar Amed’e. Bodrum’dan yol çıkanlardan bir isim, hayattaki en eski vicdani retçimiz, sevgili Vedat Zencir Ankara katliamından sonra diyor ki “…ne zaman ki dostlarınızın yoldaşlarınızın parçalanmış bedenlerinin arasından yaralılarınızı taşıyorsunuz. Artık kaçabileceğiniz bir yer kalmıyor.” Ve devam ediyor “Ölüm beni öldürmez. Ama yaşarken kaçmak, imtina etmek beni öldürür.”.
Bir Kürt arkadaşım, Ankara’da öğrenciliğini yaptığı sırada, çok sevdiği bir arkadaşının dağda hayatını kaybettiğini öğrendiğinde ağlıyor. Yanındaki, niçin ağladığını soruyor arkadaşıma. Arkadaşım kaybı için üzüldüğünü söylediğinde, şaşırıyor yanındaki. “Siz üzülüyor musunuz ölümlerde”.
“Siz üzülüyor musunuz?”… Nasıl acımasız bir soru.
Sorana mı yansın insan, sorulana mı? Aynı ülke yurttaşı olmaktan bahsederken, yanı başındakinin ölüme mesafesini, böylesine bağlamsız kurabilmek. Bu bağlamsızlığın farkına bile varmadan yaşayıp gitmek. Nefes almak, aldığı nefesten haberi bile olmamak.
Hem, “Onlar”, zaten hep ölür değil mi. Hem dahası, “Onlar”, zaten ölüme alışkındır da! Hem ki hem, onlar ne kadar da “Onlar” değil mi…
Üzülüyorlar mı? Ben yanıt vereyim merak edenlere. Elbette ki üzülüyor Kürtler kayıplarına. Gözyaşı dökmeye fırsat bulamadıklarında, bu üzülmediklerinden değil, sıradaki cenazeyi defnettiklerinden.
Peki şimdi, siz sorabilir misiniz biraz kendinize, neden onlar hep ölüyor. Onlar üzülüyor üzülmesine de, ben sorabilir miyim peki size; ‘Siz niye üzülmüyorsunuz’ diye.
Fakat bir sorum da “Türkler artık kardeşimiz değil” diyenlere. Bu sözlerle batıdaki “Doğuda Güneş doğmazsa batıda da sabah olmaz” diyen, evet belki ‘bir avuç’ da olsa, var olan dahası inançla ve inatla var kalanlara da sırtınızı döndüğünüzü biliyor musunuz? Bu topraklarda Kürtlerin, Ermenilerin, Alevilerin ve bütün ezilen halkların, egemene karşı hissedecekleri duygusal kopuşların her çeşidini, tüm yüreğimle anlıyorum. Bir tek özür dilemeden kardeşiz masalı anlatanlara, elbette ki benim de karnım tok. Ama lütfen unutmayın, “biz” de zaten çok yalnızız bu topraklarda.
Sevgili Vedat devam ediyor aynı açık mektubunda; “Ben her şeye rağmen umutsuz değilim. Kastım, toplum, çoğunluk falan değil. Ben kendimden umutsuz değilim. Dostlarımdan, yoldaşlarımdan da umutsuz değilim. Bize daha ne yapabilirler? Her şeyi yapabilirler. Ama ben biliyorum. Sindiremezler! O eşik burada da aşıldı.”.
Evet, bütün eşikler aşıldı artık. İş fena halde çığırından çıktı.
Şu noktada; bütün bu zulme kayıtsız kalabilen, öyle yahut böyle tek bir nefesle dahi olsa dur demeyen, bebeklerin bile katline sessiz kalan her canlı organizma, artık bu katliamda suç ortağıdır.
Başa dönüyorum; olmaz olsun böyle bir yeni yıl. Olmaz olsun bütün bu yazılanlar. (ÖDM/HK)
* Foto: Nusaybin / AA