Berghof Vakfı'nın yönetici direktörü ve daha önce Birleşmiş Milletler'de insan hakları konusundaki yardımcı genel sekreterlik görevini yürütmüş Andrew Gilmour'un yazdığı ve The Economist'te yayımlanan bu makaleyi Boğaziçi Üniversitesi öğrencisi ve Eylül 2024 bianet stajyeri Ege Tonga çevirdi.
İklim değişikliği ve artan çatışmalar, çağımızın en belirgin özelliklerindendir. Her biri tek başına çok ciddi birer sorun teşkil ediyor. Ancak bu iki olgunun bir araya gelmesi, giderek daha sık yaşandığı için, küresel ölçekte yıkıcı sonuçlar doğurabilir.
İklim değişikliği, çatışma riskini artırıyor. Orta Doğu ve Doğu Afrika'da uzun süren kuraklıklar, insanların geçimlerini sağlamasını zorlaştırıyor ve toplulukları yerlerinden ediyor. Bu durum, yerel halkın zayıflıklarını kullanan aşırıcı gruplar için fırsatlar yaratıyor.
Bu gruplar, hükümetlerin artık sunmadığı bazı temel hizmetleri de sağlayabiliyor. Azalan kaynaklar üzerinde kontrol sağlamak için yarışan gruplar, tüm bölgelerin yoksulluk, şiddet ve çevresel bozulma sarmalında sıkışmasına yol açabiliyor.
Somali ve Irak, dünyada iklim değişikliğine en çok maruz kalan ülkelerden ikisi olmanın yanı sıra ve sürekli savaşların yaşandığı yerlerdir.
2023 yılında, Somali'de ülkenin kaydedilen en uzun kuraklığından sonrası 6 milyon insan gıda güvencesizliği ile karşı karşıya kaldı. Öte yandan, Irak'ın tarım arazilerinin yarısından fazlası çölleşme riski taşıyor. İnsanlık tarihi boyunca çatışmalara neden olan unsurlardan su ve tarım arazisi eksikliklerinin daha da kötüleşmesi bekleniyor.
Ancak dünya, bu krizi daha iyi bir gelecek yaratmak için bir fırsat olarak değerlendirebilir. Ortak bir sorunla, özellikle de varlıklarını tehdit eden bir durumla karşılaştıklarında, düşmanlar bazen uzun süredir var olan ayrılıkları aşmaya ikna edilebilirler.
Örneğin, Hindistan ve Pakistan arasında nehir kullanımını düzenleyen Indus Suları Anlaşması, 64 yıl önce imzalanmasına rağmen, iki ülke arasında pek çok gerilim yaşanmasına rağmen hâlâ yürürlükte.
Somali ve Irak'ın en çok etkilenen bölgelerinde, benim yönettiğim Berghof Vakfı gibi kuruluşlar, çevresel sorunlar üzerinde iş birliğini teşvik etmek için çalışmalar yürütüyor. Rekabet eden gruplar arasında yapılan arabuluculuk görüşmeleri, güven oluşturmaya yardımcı olabilir ve yerel çözümler geliştirilmesine katkıda bulunabilir. Bu da toplulukların iklim değişikliğine uyum sağlama şansını artırır ve daha zengin, barışçıl bir gelecek kurma imkanı sunar.
Bu tür girişimler, "çevresel barış inşası" olarak adlandırılıyor ve giderek daha fazla önem kazanıyor. Yenilenebilir enerji, doğa koruma alanları yönetimi, tuzdan arındırma ve sulama projeleri gibi çevresel konularda iş birliğini teşvik ediyorlar. Bu sayede, iklim değişikliğiyle mücadele etmekle birlikte barışı da aynı anda desteklemeyi amaçlıyorlar.
Örneğin, Mali-Nijer sınırında kuraklık, göçebe hayvancılar ile yerleşik çiftçiler arasında çatışmalara neden oluyor. Meralar giderek azalırken, nüfus hızla artıyor ve bu durum insanların beslenme ihtiyacını da artırıyor; 2000 yılından bu yana her iki ülkedeki nüfus iki katından fazla arttı.
Bu karşıt eğilimler, kalan kaynaklar üzerindeki rekabeti artırıyor ve kadınlar ile kız çocukları genellikle bu şiddetin en büyük mağdurları oluyor. Mali’nin Gao ve Menaka illeri ile Nijer’in Tillabéri ilinde, verimli araziye erişimle ilgili anlaşmazlıkları önlemek ve yönetmek için yerel komisyonlar oluşturuldu. Bu çalışmalar, çevre koruma ile çatışma çözümünü birleştirmeye yardımcı oldu. Doğal çevredeki değişiklikler çatışmanın kaynağındaysa, her iki duruma da aynı anda yanıt vermek gerekiyor.
Çevresel barış inşası, hükümetler ve uluslararası kuruluşlardan daha fazla destek almalı. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Dünya Bankası gibi kuruluşlarda bazı ilerlemeler sağlansa da, bu ilerleme yavaş ve sınırlı kalıyor. Mevcut iklim finansmanı sistemi etkisiz, bu da en savunmasız grupların geri planda kalmasına neden oluyor.
Birleşmiş Milletler raporuna göre, Sudan ve Irak gibi son derece kırılgan ülkeler, istikrarlı ülkelere giden fonların yalnızca %1'inden biraz fazlasını alıyor. Bu dengesizlik acilen çözülmeli. Zengin ülkelerin hükümetlerinden, yüksek riskli bölgelerde özel sektörün bazı olası kayıplarını telafi etme gibi daha sağlam garantiler sağlanması gerekiyor; bu, özel yatırımları çekmek için gereklidir.
Mevcut durumdan en fazla kazanç sağlayanlar, iklim ve çatışma etkisi altındaki bölgelerdeki istikrarsızlıktan fayda sağladığını düşünenlerdir. Bu gruplar arasında, Rusya'nın paralı asker grubu Wagner ile, daha zengin ülkelerde bu bölgelerden kaçan göçmenleri kendi siyasi çıkarları için kullanan aşırı sağcı yerli partiler yer alıyor.
İklim değişikliği ve çatışma nedeniyle yerinden edilen insanların ihtiyaçlarını karşılamak ve Batı ülkelerindeki artan göçmen karşıtı eğilimlerle başa çıkmak için kalkınma yardımlarının daha etkili bir şekilde yönlendirilmesi gerekiyor.
Göçün en önemli nedenlerinden biri, bir ülkenin kendi gıda ihtiyacını karşılayamamasıdır. İklim değişikliğine daha uygun tarım yöntemlerine yatırım yapmak, insanların başka yerlerde yaşam arayışına çıkma ihtiyacını ortadan kaldırarak uyum sağlamalarına yardımcı olabilir. Pirinç Yoğunlaştırma Sistemi (SRI), bu tür hedeflenmiş yardımlara bir örnek olarak öne çıkıyor; bu "agroekolojik" yaklaşım, Mali, Nijerya ve Afganistan'ın bazı bölgelerinde zaten uygulanmakta. Faydaları arasında tahıl verimini üç katına çıkarmak, mikro besin öğelerini artırmak, gelirleri yükseltmek, su tasarrufu sağlamak ve metan emisyonlarını azaltmak yer alıyor.
Kalkınma yardımları kritik bir öneme sahip olsa da, tek başına yeterli değildir. Zaten iklim değişikliğinden orantısız şekilde etkilenen birçok az gelişmiş ülke, bir çıkmaz döngüsüne hapsolmuş durumda.
Zayıf kurumları ve yönetim yapıları, bu ülkeleri çatışmalara daha duyarlı hale getiriyor. Bu da çevresel bozulmaya ve düşük verimliliğe yol açarak yerel gerginlikleri artırıyor ve bu döngü devam ediyor.
Bu nedenle, hükümetler ve uluslararası kuruluşlar, iklim değişikliği ile çatışma arasındaki etkileşimi daha fazla düşünmelidir. İklim değişikliği, zaten çatışmaya yatkın olan bölgeleri orantısız şekilde etkiliyor. Sorun daha da şiddetlendiğinde, etkileri bu bölgelerin çok ötesine yayılacaktır.
İklim değişikliği ve çatışmayı, küresel istikrar için tek bir tehdit olarak görmek ve buna uygun bir yanıt geliştirmek, artık küresel bir zorunluluk haline gelmiştir.
Bu yaklaşım, en kötü etkilenen ülkeleri yalnızca “istikrarsız” olarak görüp yatırım için uygun olmadığını düşünmek yerine, hem en savunmasız gruplara hem de Batı’ya ileride fayda sağlayacaktır. Hala geç değil.
(ET/EMK)