Türkiye'de "yeni anayasa" ihtiyacı tartışmaları yıllardır sürüyor. 1982 Anayasası'nın tartışılmaya başladığı tarihlerde İdris Küçükömer makalelerinde "halk kendi kendini yönetmek istiyor mu, demokrasi istiyor mu, anayasa nasıl yalmalı" gibi sorular çerçevesinde makaleler yazmıştı. Bu yazılardan "aydın'ın yeri, görevi ve sorumluluğu üzerine İdris Küçükömer'in 1986'da kaleme aldığı "Çağdaş Yanılgı ve Demirel: Solun Açmazı" başlıklı makalesini ölümünün 30. yılı dolayısıyla yayınlıyoruz.
Halk ne zaman anayasa yaptı ki? Bütün anayasalarımız yukardan verilidir. Tümünün ortak niteliği de, geçmiş yaşam tarzının ürünü olan, halen süren, şimdi çağdaş gerçeklerle uyumsuz bir azınlık tarafından hazırlanmış ve ısmarlanmış olmasıdır. Bu noktada, “anayasalarımızın hazırlanmasında, entelektüel bir uyarı, bir aydın dürtüsü yok mudur?” diye sorulabilir.
İdris Küçükömer hakkında1925’te Giresun’da doğan İdris Küçükömer, 1934 yılında babasının vefatıyla oldukça zorlu bir çocukluk ve gençlik geçirdi. İlk ve ortaokulu Giresun’da, liseyi yatılı olarak Trabzon’da okuduktan sonra 22 aylık askerliğini 1947’de Gelibolu’da tamamladı. Sonraki dört yıllık süreçte, yazları inşaatlarda çalışıp para kazanarak 1951 yılında İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdi. 1955’te “Modern Kapital Teorilerinde Münakaşalı Bazı Problemler” başlıklı tezle doktorasını tamamladı. 1958’de “Sosyal Kıyamet, İktisadî Refah, Sosyal Tercih ve Bazı Planlama Sebepleri” konulu doçentlik tezini verdi. 1958-1960 yılları arasında bilimsel araştırmalar için Britanya’daydı. 1960 darbesini olumlu karşılayıp sonrasında Talat Aydemir’in cunta hareketi içerisinde yer aldı ise de; 1963’ten itibaren devrimci düşünce ile darbeciliğin uyuşmazlığını görüp söz konusu çizgiden –bir daha geri dönmemek üzere– uzaklaştı. 1963’te Türkiye İşçi Partisi’ne üye oldu, ne var ki hiçbir zaman parti yönetimi ile bire bir koşut bir düşünsel yaklaşım içinde olmadı. 1968’de CHP’de vücut bulan “Ortanın Solu” hareketini eleştirmek için Akşam gazetesinde çıkan dört makalesinin genişletilmesiyle 1969’da yayımlanan, Türkiye tarihini ekonomik ve politik açılardan eleştirip yorumladığı Düzenin Yabancılaşması adlı eseri ülkedeki sol ve sağ çevrelerin ezberlerini bozdu. 1973-1983 boyunca herhangi bir yazı yayımlamadı. Bu sürecin önce ve sonrasında ise Yön, Ant, Yeni Gündem ve Milliyetgibi yayınlarda yazı ve araştırmaları çıktı. Üniversite Senatosu’nun karşı çıkmasına karşın on yıllık bir hukuk mücadelesinin ardından Danıştay kararı ile 1976’da profesör oldu, ne var ki 12 Eylül cuntasının getirdiği 1402 sayılı yasa ile 1983’te işten çıkartıldı ve kendisine emekli maaşı bağlandı. 1983’te –Erdal İnönü başkanlığındaki– Sosyal Demokrasi Partisi’ne üye oldu. Yakalandığı kanser hastalığından ötürü 1987’de yaşama gözlerini yumdu. * Kaynak: Barkın Karslı, İdris Küçükömer'in Sivil Toplum Anlayışı. KitaplarıGelişmiş ve Az Gelişmiş Ülkelerin İlişkileri, 1966. İktisat İlkeleri Üzerine, 1964-1967. Batılaşma - Düzenin Yabancılaşması, 1969. İktisat İlkelerine Yeniden Bakış, 1972. Sivil Toplum Yazıları, Bağlam Yay., 1994. Batılaşma-Düzenin Yabancılaşması, Bağlam Yay., 1994. İdris Küçükömer'le Türkiye Üstüne Tartışmalar, Bağlam Yay., 1994. Halk Demokrasi İstiyor mu?, Bağlam Yay., 1994. Cuntacılıktan Sivil Topluma, Bağlam Yay. 1994. Anılar ve Düşünceler, Profil Kitap, 2010. Batılılaşma |
Genel model açısından bu soru haklıdır, ama sadece alternatif uyarı ve dürtüler seviyesinde, karar seviyesinde değil. Çünkü, “bilgi ile bilginin kaynağı” arasındaki zorunlu ilişki bu soruyu haklı kılar. Ama Türkiye’de “bilgi ile bilginin kaynağı, bilginin oluşumu, tarihi doğuş şartları” arasındaki zorunlu ilişki kopmaktadır. Bu kopuş sonucunda, aydının konumu, sürekli yukarıdanlık, tepedencilik çemberi içinde kalmaktadır. Bu sebepledir ki aydın; değişik boyutlu bir kültür ve düşünce seviyesindeki bir topluma, tarihinde sürekli iktidor bölünmüşlüğünü yaşamış toplumların ürünü olan “formları” aktararak “asrî” olunacağını sanmıştır. Bu formların ithal edilmesiyle Türkiye’de işlerliğin ne olacağını da hiçbir zaman derinlemesine düşünmemiş, araştırmamıştır (Aydının yenilgi tuzağı).
"Anayasa” örneğinde olduğu gibi "belediye”ler, "sendika”lar, bunların da üstünde olan “parlamento” gibi formların işlerliği nedir? Bunlara meşruiyetin kaynağı ve temeli gözü ile bakılabilir mi? Eğer bu formlar, meşruiyetin kaynağı ve temdi olsalardı her on yılda bir yaşanan müdahale gerçekleşir miydi? Türkiye'de geçmişin politik bir mirası varsa, bu politik toplum yapısındadır. Bu miras, sürekli olarak, küçük bir azınlığın tekeline açıktır (Karizma tuzağı). Öyle ise "Hâkimiyet Milletindir” demek ne oluyor'? Her on yılda bir yaşananların ışığında, "hâkimiyet" ve “meşruiyet" kavramlarının yeniden tartışılması gereklidir. Eğer, gerçekten filli durumların esiri olan bir toplum olmak istenmiyorsa bu temel görev yerme getirilmelidir.
Çünkü, her yeni anayasa hak ve salâhiyetlerin karıştırılması veya gaspıyla bir yasama niteliğindedir (Ex post factum legislation).
Bu noktada, gündeme gelen bazı sorular şunlardır: “Halk politik toplumun içinde mi, dışında mıdır? Bir azınlık şöyle ya da böyle halkı kullanıyor mu, kullanmıyor mu? Eğer ülke içinde çeşitli seviyelerde iktidar bölünmüşlüğüne açık yapı ya da geleneği yoksa hukuk nasıl yapılır ve korunur? Anayasa nasıl yapılır ve korunur?"
Bunlar Cumhuriyet öncesinden devralınan temel sorunlardır. Bu sorunlara cevap, Cumhuriyet içinde de üretilememiştir, verilememiştir. Cumhuriyet'in devraldığı politik kültür mirası, belki de Cumhuriyet iktidarlarının da işini kolaylaştırarak devam edip gelmiştir. Hukukun üstünlüğü bir form olarak kalmış, korunamamıştır. İktidarın bölünmesine, "çağdaşlık” adına hoşgörü ile bakılmamıştır. Hukuk sisteminin, ülkede iktidarı bölüşen güçlerin çeşitli seviyelerdeki mücadelesiyle kurulduğu, en başta çağdaş "formları” savunanlar (!) tarafından anlaşılamamıştır. Bazı kurumların kısaca otonomi kazanmaya başlaması göze batmış, ilk fırsatta da yok edilmeleri plânlanmış ve bu plân her on yılda bir de uygulanmıştır. Hâkimiyeti, yukardan temellük etmiş arşetipik "sahip”lerinden biri vermiş, biri almış, almaya hazır bir sürüsü de sıranın kendisine gelmesini beklemektedir...
Bu yollarla yapılan anayasaların halkla bağlantısı yoktur. Bu anayasaların nitelikleri ne olursa olsun, sahibi bulunmaz. Koruyanı olmaz. Nitekim bazı yazarlar 27 Mayıs Anayasa'sının çok iyi bir anayasa olduğunu söylerler. Bu anayasa kimler için iyi ve ileri idi? Kimler yaptı, kimler bozdu? Halk niçin savunmadı? Millet nereye gitti? Sanırım işin özü burada, bu sorulardadır.
Bu gün hak ve salâhiyetlerin sahibi açık ve net değildir. Sorumluluk yoktur. "Gasp” diye nitelendirilebilecek bir karmaşa ve belirsizlik bu ilişkilere egemendir. Çözüm; halkın hak ve yetkilerinin temellüküdür, eline geçirmesidir, halkın etkinliğinin (müessiriyetinin) artmasıdır. İşte burada 1982 Anayasası gündeme gelir. Çünkü bu anayasa yukardan bir form olarak antidemokratiktir. Halkın dışında yapılmıştır ve sanki, belli grup ve sınıfların diğerleri üzerinde hâkimiyet kurmasının karinesini de taşımaktadır. Bu anayasanın özünün değiştirilmesi girişimi tarihi politik mirasın reddi süreciyle de özdeşleştirilebilir.
Bir buçuk yıl önce Yeni Gündem Dergisi'nde teklif ettiğim Demokratik Misak da (Sözleşme) budur. Çağdaş meşruiyet ve hâkimiyetin ortaya çıkması bu girişimle mümkündür. Eğer partiler “Hakimiyet millete" ilkesini halka mal etmek, halkın tartışmasını sağlamak amacıyla bu ilkede birleşebilir, anlaşabilirlerse 10 yılda bir askeri kesintilere, yeni anayasaların yazılmasına meşru bir engel yaratmış olurlar. Bu bir praksistir. Halk bu gündem üzerine hak ve yetkilerinin temellükü konusunda hazırlık yapabilir... Ve giderek de bu hak ve yetkilerin sahibi olur. Bu süreç, ki bu sürecin uzun dönemliliği dikkatten kaçırılmamalıdır, iki önemli sonuç ortaya koyabilir.
a) Halk için gerekli olan kuruluşların gerekçelerini halk görüp anlayabilir, girişimleri yapılır.
b) Benim sivil disiplin dediğim karşılıklı disiplin belirir (Bizdeki tek yanlı disiplinin aksine).
Sivil toplum için, sivil disiplin, olmazsa olmaz koşuldur. Çünkü toplumun çeşitli kesimleri arasında mesafe oluşturur. Halkın kendi kendini hesaba katmasını sağlar, bunu öğretir, bu bilinci yayar. Sonuçlar politik madalyonun sorunlu iki yanını belirginleştirebilir. Madalyonun bir yüzünde cuntacıların müdahale için gerekçeleri, öbür yüzünde ise, partilerin müdahaleye karşı çıkış gerekçeleri herkesin gözleri önüne serilir. Bunun sebebi halkın etkinliğinde (müessiriyetinde) ki eksikliktir. Zaten ülkenin zaafiyeti de buradadır. Bu zaafiyeti ortadan kaldıracak, halkın etkinliğini artıracak her girişim, cuntacılann müdahalesini ve onların gerekçelerini çürütecektir. Başta partiler olmak üzere bütün formlar, parlamento, sendikalar vb. güçlenecektir. Bu zor bir uygulamadır, ama kaçınılmaz ve zorunlu bir uygulamadır. Bundan başka bir çözüm var mı? Bunlar zorunluluğu fark etmeyenler olabilir. Bunlar, Anayasa’da kısmi değişiklikler önerebilirler. Sayın Aydın Güven Gürkan gibi (Cumhuriyet Gazetesi’nde söyleşi).
Ama o zaman kuruluşu bu anayasaya sıkı sıkıya bağlı olan partinin, birleşme olayı dahil bütün kararları bağımlılık, icazet olarak nitelendirilemez mi?
Bu sürecin sağlıklı işlemesinin stratejik nitelikli bir koşulu vardır. Bilgi alıp verme, haberin ve haber kanallarının haber kanallının demokratik işleyişi… Yani tek taraflı ve yetersiz, saptırılmış bilgi kaynak ve kurumların reddedilmesi; bunların yerine demokratik işleyişi olanların kurulması koşul olarak gündeme gelir.
Bu şan, katılım için gerekli bir koşuldur. Yani halkın hak yetkilerine sahip çıkması ve tarihi politik mirası reddetme ile yeni anayasa yapma girişimini özdeşleştirmesi katılımın kurumlaşması için zorunludur. Bu sözcüğün sık sık kullanılması, içinin dolu olmasını gerektirmektedir. Bence özgün içerik, katılımın sivil disiplin koşulu ile, kurulması ile kazanılır.
Ciddi kavramlardan biri olan “katılım” kavramının bazı partilerin programlarında da bir süs bitkisi gibi durması bu partilerde “katılım” olduğunu ve partilerin demokratikliğini göstermez... Eğer böyle bir “işlerlik” olsaydı “demokratik misak” zahiri bir gündem maddesi olmaktan çıkar, Türkiye politikasının gündeminin en başına otururdu. Bu fiilî durum karşısında da cuntacı, jöntürk solcuları tarihi kendi ninnileri ile baş başa kalırlardı...
Bütün bunlardan sonra Sayın Demirel’in demokratlığı gündeme geliyor. Demokratikliğini tartışmıyorum. Yalnız bir beyanatına değineceğim.
Bir de soru soracağım. Benim senelerce söylemeye çalıştığım bir hususu Sayın Demirel, bedelini yaşamında ödediği için, benden daha iyi söyleyebilmiştir. Söz konusu beyanat, 31 Mayıs'ta (1986) Tercüman’da çıkmıştır: "Atatürkçülük tek fikir olursa, çoğulculuk yürümez.”
Bu beyanat Mustafa Kemal Paşa'yı bir yere oturtmaktır. Yoksa her yere, her yerde hazır ve nazır olarak bulundurmak değil... Ne omnipotent, ne de omniprescnt... Bunlar tanrısal sıfatlardır.
Mustafa Kemal Paşa İse Tanrı değildir. Sayın Demirel'in bu anlamlı sözlerine hiç bir tepki gelmemesi de o kadar anlamlıdır ki, bu sükût tek boyutlu cevap oluşturmaktadır. Belki de sözde düşmanların ittifakıdır sükût.
Bu konuya öncelikle, Demirel’in demokratlığını tartışan Kemalist solcular cevap aramalıdır. Tabii şimdilerde Kemalist kesilen Sayın Ecevit de... Bir hatırlatma yapıyorum: Nihat Erim'in Hürriyet'te yayınlanan anılarından öğreniyoruz ki, Sayın Demirel'in bu konudaki görüşleri o zaman da değişik değil...
Sayın Demirel'e şu soruyu sormanın da tam sırası: Bu işi yalnız başınıza ne kadar ve nasıl taşıyabilirsiniz? Ama Demokratik Misak daima gündemde kalacaktır. (İK/HK)