ABD atom bombalarıyla dize getirdiği Japonya'yı savaş sonrasında, radyodan sürekli jazz ve country müzik yayınlarıyla hipnotize(!) etme projesini yürürlüğe sokmuştu.
Amerika Birleşik Devletleri'nin bölgede ve Pasifik Okyanusundaki tahakkümü süredursun, country müzik Japonlar'ın kanına çoktan girmiş durumda.
Yönetmen James Payne'in ABD/Japonya ortak yapımı Far Western adlı eğlenceli belgeselinde, Japonya'da yıllardan beri country veya Blue Grass müziğiyle iştigal eden müzisyenlerden, Kumamoto'daki Country Gold Festivaline, yeni nesillerin country müzik aşkından, kalabalık hayran kitlesi için Japonya'ya konser vermeye gelmiş ABD'li sanatçılara, gayet geniş bir spektrumla karşı karşıyayız.
Dünya prömiyeri Amsterdam'daki uluslararası belgesel film festivali IDFA'da gerçekleşen filmin kahramanlarından Charlie Nagatani'nin Nashville'deki country mabedi Grand Ole Opry'ye uzanan performansı kültürel emperyalizmin boyutları konusunda insanı düşündürüyor, yapılan bilimsel araştırmalarda geleneksel Japonya müziği ile country müziği arasındaki benzerlikler ortaya çıkarılmış olsa da!
Saksafon deyince…
Japonya'daki jazz kültürü de nesilden nesle aktarılmakta. John Coltrane'in 1966 yılında gerçekleşen Japonya turnesinden, şimdiye kadar görülmemiş fotoğrafları, ayrıca plakları, ender bulunan kayıtları, efsane cazcının Pasifik Okyanusu'nun öte yakasındaki fanatik bir hayranı tarafından özenle biriktirilmiş.
Chasing Trane: The John Coltrane Documentary adlı belgeselde saksafon ustasının, Dizzy Gillespie orkestrasından başlayarak, Miles Davis ile çalıp olgunlaştığı yıllara uzanıyoruz. Davis'le Kind of Blue albümündeki işbirliklerine filmde geniş yer ayrılıyor.
Zamanla bestecilik konusunda da yetkinleşmiş Coltrane hakkında konuşmak üzere, Sonny Rollins, Wynton Marsalis, Carlos Santana, Common veya Kamasi Washington dışında, halen sanatseverliğiyle prim yapmaya devam ettiği anlaşılan Bill Clinton da karşımızda.
Uyuşturucudan vazgeçtiği dönemden sonra tenor ve soprano saksafon virtüözünün, ruhani ve mistik yolculuğuna da şahit oluyoruz. 1961 yılında kurduğu kuartetiyle deneyselliğe kayarken, yarattığı müzik şahikası A Love Supreme verimliliğinin zirvesi sayılıyor.
John Scheinfeld'in yönettiği belgesel geleneksel jazz biyografilerinden farklı bir dile sahip olmasa da, 99 dakika boyunca müziğe doyurup, ABD'de siyah bir cazcı olmanın ne demek olduğu konusunda da bizi yeterince aydınlatıyor.
Farklı olana linç
Dört lezbiyen kadının iki kız çocuğuna yönelik tecavüz suçlaması ABD'yi kuşatan Satanizm paniğinin son dışavurumlarından biri olmuştu. Elizabeth, Cassandra, Kristie ve Anna, Texas'ın San Antonio şehrinde tutuklanmış, yargılanmış ve çeşitli cezalarla hapsedilmişti. Öne sürülen senaryo erkek fantazilerinin birebir dışavurumu olmasına rağmen dört kadın yıllar boyunca suçsuzluklarını ispat etmek için uğraştılar.
Yönetmen Deborah Esquenazi, Southwest of Salem: The Story of the San Antonio Four adlı belgeselde eşcinsellik ve Satanizm fobisi kaynaklı toplum histerisinin hukuku nasıl hapsedebildiğini kanıtlıyor. Kurban oldukları öne sürülen çocuklardan biri, vakadan 12 sene sonra gerçekleri itiraf edince dört kadın serbest kaldı, fakat tamamıyla aklanmak için mücadelelerini sürdürüyor, hepimizden destek bekliyorlar.
Erkek yerinde sayar, kadın ilerler
Afganistan'daki hapisten çıkıp İsveç'te yaşamaya başlayan Sara'nın hayatı değişmiştir. Okula gider, giyimine serbestçe karar verir, özgürlüğü tatmaya başlar.
Aklı cezaevindeki Najibeh'te kalmıştır; toplumda sadece kadına yönelik olarak işleyen namus törelerinden dolayı arkadaşının taşlandığı haberi gelir. Memleketinden uzak yaşasa da Sara yeni hayatına uyum sağlamaya çalışır, Batı'nın sosyal ilkelerine hızla uyum sağlar; iltica hakkını elde ettiği taktirde kocası da yanına gelecektir.
İranlı usta yönetmen Nima Sarvestani 2012 yılında çektiği No Burqas Behind Bars adlı belgeselin devamında, kahramanlarından bazılarını yakından takip ederek fanatik Müslüman kesimin boyunduruğu altındaki Afganistan gerçeğini bir kez daha yüzümüze çarpıyor. 2016 yapımı Prison Sisters adlı 90 dakikalık eserde elde edilmiş kazanımların gerici erkek zihniyeti tarafından nasıl harcandığı da gözümüze sokuluyor.
Peşmerge
IDFA'nın ağırlamaktan hoşlandığı prestijli misafirler arasında geçen sene This Changes Everything adlı kitabına dayandırılmış, eşi Avi Lewis'in yönettiği belgesel için Amsterdam'da bulunan Naomi Klein vardı. Bu sene ise, İstanbul'da artık esamesi okunmayan tarihi sinemalardan, muhteşem Tuschinsky'de seyirciyle buluşan sansasyonel felsefeci, yazar, yönetmen Bernard- Henry Lévy oldu.
Irak Kürdistanı'nda IŞİD'e karşı yürütülen savaşı sıcağı sıcağına cepheden her zamanki beyaz gömleği ve şık ceketiyle aktaran popüler figürün IDFA'da Peshmerga adlı filmi gösterildi.
2016 Cannes film festivaline apar topar yetiştirilen belgesede Lévy'nin, Bosna'da başlayıp, Libya ve Ukrayna'da devam eden savaş gözlemciliğini Musul civarlarında Peşmergeler'le sürdürmesine şaşırmamak lazım.
Bilhassa kadın bileşenlerine hayranlığını dile getirmekten asla vazgeçmediği Kürt özgürlük hareketinin fertleriyle geçirilen haftaların heyecan verici anları dışında, Lévy'nin kısa bir süre önce tanışıp yakınlaştığı bazı savaşçıların ölümüyle sonuçlanan üzücü episotlar da belgesele yedirilmiş.
Filmin gösteriminden sonra Amsterdam'da seyircilerin karşısına çıktığında Lévy, kısa bir süre sonra tekrar bölgeye dönüp Kürt dostlarıyla buluşacağını ve IŞİD'e karşı yürütülen mücadelenin zaferle sonuçlanacağına dair gayet iyimser olduğunu belirtmişti.
Sinema rüyası
Sinemanın insanları özellikle kırsal kesimde büyülemeye devam ettiği son diyarlardan biri…
Hindistan'ın o çok renkli dünyası bir belgesele nasıl sığdırılabilir sorusuna gayet yetkin bir cevap…
Ödüllü The Cinema Travellers adlı belgesel seyyar sinema sektörünün soyu tükenmiş örneklerinden bazılarına odaklanırken, 96 dakikalık eserdeki masalımsı dünyaya hem şefkat dolu, hem de melankolik bir bakış atıyoruz.
Yıllardır bu işi yapmanın getirdiği tecrübe, sinemaya ve sadık seyircisine yönelik bir minnet borcuna dönüşüyor, amatör ruhla film teçhizatına, projeksiyon ekipmanına yönelik fetişizm, teknolojnin agresif gücüne rağmen direnmeyi sürdürüyor. Yönetmen hanesinde Shirley Abraham ve Amit Madheshiya adlarını gördüğümüz zarif belgesel IDFA'da seyrettiğim en estekik yapımlardan biriydi.
Sürgün
Kamboçyalı Rithy Panh, Kızıl Kmerler'in vahşetini bir kez daha belgeliyor. Katmanlı bir anlatım diliyle tekrar aynı konuya eğilen ödüllü sinemacı, ailesinin hayatta kalan tek ferdi olduğundan konuya fazlasıyla eleştirel yaklaşıyor.
Arşiv filmleri, yönetmenin oluşturduğu bir sahnedeki dekorlarla dönüşümlü olarak bize yaşanan dehşeti hissettirirken, muhtelif görsel tekniklerle belgesel hipnotik bir anlatıma sahip oluyor.
Şahsi anılar, devrim ve ideolojinin ilkeleriyle birbirine karışırken Panh'ın alter ego'sunu seslendiren Sang Nan bize film boyunca eşilk ediyor. Mao, Baudelaire ve Robespierre'den dem vurulurken, sembolik ifade gücünün seyirciyi ülkenin karanlık mazisine sürüklediği kesin.
2016 Fransa- Kamboçya ortak yapımı Exile adlı belgesel, usta yönetmenin tecrübesini layıkıyla temsil ediyor.
Soykırımı kabullenmek
Holokost'tan önce Almanya'nın işlediği bir diğer soykırım, Afrika'nın bugün Namibya adını taşıyan memleketinde gerçekleşmişti. 1904 yılında general Von Trotha isyan eden Herero ve Nama kabilelerinin tüm fertlerinin öldürülme emrini vermiş ve Almanya işlenen suçu yıllarca inkâr etmişti.
Yerel halkın dinini değiştirip Hıristiyanlığı empoze eden Almanlar kurbanlarının bazılarını kilisede katletmişti. Topraklarına el konmuş olması da Almanya'nın konuyu yıllarca hasıraltı etmesinin sebeplerinden biriydi.
Skulls, of My People adlı Güney Afrika yapımı belgeselde yönetmen Vincent Moloi, Almanya'nın soykırımı kabul etme sürecinin uzun sürmesinin sebeplerinden birinin altında, Namibya'yı günümüzde yöneten politikacıların Almanya'dan gelen iktisadi yardımdan mahrum kalma kaygısının olduğunu ima ediyor.
Rusya'da hapsolmak
Siberya'nın Doğusu'ndaki Tinskoi nöro-psikiyatri kurumuna giren bir insanın oradan çıkma ümidi pek yoktur. Çocuk yaşta aileleri tarafından istenmeyen ve uyumsuz oldukları mazeretiyle Tinskoi'ye tıkılan Yulia ve Katia, yine de günün birinden oradan kurtulacaklarını dair iyimserliklerini korurlar.
Dış dünyaya entegre olabilme konusunda ilerleme kaydettiklerinde periyodik olarak hakim karşısına çıkarlar, fakat toplumun çürük halkalarının izole edilmesine yönelik zihniyetin tezahürü halinde, kuruma yıllar önce girerken oluşturulan ilk dosyalarındaki bilgiler esas alınır ve çıkışları tekrar tekrar ertelenir.
Yönetmen Alexander Kuznetsov We'll Be Allright adlı belgeselde, mekânın tüm dinamikleri elverişli olsa da, duygu sömürüsünden uzak duruyor. Seyircide klostrofobi ve öfke etkisini dozunda ayarlayıp, kahramanlarını ve durumlarını özenle aktarıyor, empati kurmamızı ve Rusya'dakiler en başta olmak üzere dünyadaki benzer kurumların işleyişini bir kez daha sorgulamamızı sağlıyor.
Trafik canavarları
Dmitrii Kalashnikov ise bizi zıvanadan çıkmış anarşik bir Rusya ile karşı karşıya getiriyor: Trafik kurallarını yok sayan, ülkede insan hayatının değersizliğini kanıtlayan, bombardıman halindeki belgeseli The Road Movie toplumun içine girdiği psikozları birçok anekdotun sağlamasıyla teşhir ediyor.
Arabaların ön camına yerleştirilmiş kameralara kaydedilen, Youtube'da defalarca seyredilmiş görüntülerin kolajı, vaziyetin absürdlüğünden dolayı insanı kâh kahkalara sevkediyor, kâh sinirden gülme krizi geçirilmesine sebep oluyor, ama seyirci genelde koltuğa yapışmış şekilde sonu gelmez bir dehşet resmigeçidine tanıklık ediyor.
Kullanılmaya başlandığından beri dilediklerince ahkâm kesemeyeceklerini anlayan trafik polislerinin kâbusu olan kameralar Rusya halkının kapıldığı şiddet sarmalını da belgeliyor. Yol vermeyen veya sollayan bir aracın şoförüne çete halinde veya balta gibi silahlarla saldıranlar bir yana, kar ve buzla kaplı yollarda bile bile hız yapıp ölümüne araba kullananlar, toplumsal histerinin vardığı noktayı teyit ediyor.
Cayır cayır yanmakta olan bir ormanın içinden geçen bir yolda arabanın içindeki yolcuların kıyameti andıran manzarayı Tanrı'ya yakarıp kendilerince yorumlaması veya çantasını çalmış bir şoförün peşinden gitmesini, oradan o anda geçmekte olan bir aracın sürücüsünden isteyen kadının arabayı kullanan adamla romantik yakınlaşması da kameraların kaydettiği detaylar olabiliyor.
En manidar olansa, şarampole yuvarlanan, köprüden nehre uçan veya zincirleme bir kaza yüzünden havada taklalar atarak tepetaklak olmuş arabanın içinde, görüntü dikiz aynasının parçalanmış camına sabitlenmiş durumda, kameranın göremediği yolcular kıvranarak başlarının çaresine bakarken, radyodan duyulan ezginin aksamadan çalmaya devam etmesi.
Baskıcı rejim
Yeryüzünün en otoriter rejimlerinden biri olarak tanınan Kuzey Kore'de, Yugoslavya döneminde kurulmuş kült müzik grubu Leibach konser verecektir. Kendi çapında yeterince provokatif bir imaja zaten sahip olan grup, Pyongyang'da repertuarını epey kısıtlamak zorunda kalmıştır.
Genel atmosfer aslında bazı medya kuruluşlarının tüm dünyayı inandırmak istediği kadar korkutucu değildir. Fırsattan istifade, komünist memleket tecrübesiyle Leibach'ın fertlerinden biri, yasak olmasına rağmen şahsi izlenimlere sahip olmak üzere gruptan gizlice ayrılıp bir süre ortalıktan kaybolur. Kuzey Koreli yetkililer grubu son kez uyarırlar, ama belgeselde esas görülmesi gereken sahneler, rejimin baskısını üzerlerinde hisseden emir kulu devlet memurlarının sarsak davranışları.
Ne grup elemanlarının aralarında kullandığı dili anlamaktadırlar, ne de ortaya çıkacak performansın sanatsal gücünü veya mesajını algılayacak seviyededirler. Özgüvenden yoksun memurlar yine de her fırsatta ellerindeki yetkiyi hoyratça kullanırlar, paranoyak bakış açılarından yola çıkarak sansür mekanizmasını beceriksizce konuşturup hazırlıkları baltalarcasına tatbik ederler.
Mevzu hakkında çekilmiş birçok filme göre mizahi nüanslarıyla öne çıkan Liberation Day, bilhassa Leibah hayranlarına tavsiye edilir. Konserin hünerli ve kurnaz organizatörü de olan Morten Traavik, filmi Ugis Olte ile yönetiyor. Live if Life, Opus veya Sympathy for the Devil şarkılarının Leibah yorumlarını dinlemek için bile filmi seyretmeye değer.
(MT/AS)