Fotoğraf: AA
Devlet ezer ve yasalar aldatır,
Vergi bahtsızın kanını emer,
Zenginin hiçbir yükümlülüğü yoktur
‘Yoksulun Hakları’ boş laftır
Gözetim altında tutulduğumuz yeter
Eşitliğin yasaları başkadır;
‘Ödev olmadan hak olmaz’ der
Aynı şekilde ‘hak olmadan ödev olmaz’ (1).
Göç üzerine çalışmak veya düşünmek zihinsel olarak birçok farklı ilgi alanına yönlendirebilir. Benim açımdan da süreç şiddet teorileriyle ilerliyor. Bunun sebebi göçmen karşıtlığı üzerine düşünürken uzamda sürekli ve süresiz bir şiddetle karşılaşıyor olmak. Garip bir alan çünkü bir şiddet tanımı yaparken aynı zamanda tarihsel bir izlekle de açıklama imkânınız oluyor. Nasıl gelişti, hangi aşamalardan geçti, kimin elindeydi, kime karşı kullanıldı gibi sorular bu bilgisel, teorik ve antropolojik çalışmalarda cevap buluyor veya en azından çabalıyor diyelim.
Meselenin nihayete erdiği yer ise kalabalık; yargılama ve infaz biçimleri, suç tanımları, kapatma teknik ve yöntemleri, işkence, toplumsal formasyon, hak metinleri, hukuk ve devlet teorileri… Zenginleşebilir mutlaka. Dizinin ilk metninde insanlık göç mefhumuyla beraber her gün yeni bir ayıba tanık olurken, her yanımızı sarmış olan türlü metinler, anlaşmalar ve sözleşmeler göç eden figürlere dair nasıl ve neden işe yaramıyor diye sormuştum. Bu yazıda söz konusu soruya bir cevap ararken izlediğim yolun tarifini yapacağım.
Şiddet kavramı üzerine inceleme yaparken Modernite öncesi ve Modernite sonrası diye bir ayrım yapılır. Bu, literatürde sıkça karşımıza çıkan bir ayrımdır. Modernite öncesinde şiddet mefhumunun aleni, hazır ve nazır olmasıyla, Modernite ile birlikte şiddetin gizlenmesi bu ayrımın nedenini oluşturur. Eskiden gün yüzünde olan şiddet, gösteri mekânlarının kapatılması, infazların kamuoyunun dışında gerçekleşmesi gibi yöntemlerle en kılcal damarlara çekilmiştir (2). Son derece çarpıcı olması sebebiyle konuyla ilgili sıkça Foucault’un “Hapishanelerin Doğuşu” kitabının ilk sayfasında anlatılan hikâyeye başvurulur.
Foucault şöyle anlatır; “Damiens 2 Mart 1757de ‘Paris kilisesinin cümle kapısının önünde, suçunu herkesin karşısında itiraf etmeye’ mahkûm edilmişti; buraya elinde yanar halde bulunan iki libre ağırlığındaki bir meşaleyi taşıyarak, üzerinde bir gömlekten başka bir şey olmadığı halde, iki tekerlekli bir yük arabasında götürülecektir. Sonra aynı yük arabasıyla Greve meydanına götürülecektir ve burada kurulmuş olan darağacına çıkartılarak memeleri, kolları, kalçaları, baldırları kızgın kerpetenle çekilecek; babasını öldürdüğü bıçağı sağ elinde tutacak ve kerpetenle çekilen yerlerine erimiş kurşun, kaynar yağ, kaynar reçine ve birlikte eritilen balmumu ile kükürt dökülecek, sonra da bedeni dört ata çektirilerek parçalanacak ve vücudu ateşte yakılacak, kül haline getirilecek ve bu küller rüzgâra savurulacaktır.” (4).
Tüm bu infaz kamuya açık şekilde gerçekleştirildi ve infazı herkes izledi. Öyle ki atlar yetersiz kalınca sayısı altıya çıkarıldı, vücudun kopması için eklem ve sinirleri kesilmek ve baltayla parçalanmak zorunda kalmıştı. Modernite ile birlikte artık infaz biçimleri değişmiş ve kamunun da gözü önünden çekilmiş biçimde. Öyle ki dışsal şiddet yerini içsel şiddete bırakmış ve insan kendi kendine yine kapitalizm sebepli olgularla –bireyselleşme, yalnızlık, depresyon, kaygı bozukluğu, tükenmişlik, yetersizlik, sevgisizlik ve yabancılaşma gibi- şiddet uygulamaya devam ediyor. 17. yüzyıldan itibaren iktidar, kelle alıp vererek değil, disiplin ve biyoiktidar şeklinde işlese bile, öldürmek değil, yaşatmak üzerine kurulu olan bu yeni biçim, yasaklar sisteminde bir denetim halinin yanında eski alışkanlıklarını da sürdürüyor (2).
Kapatma mekânlarında neler olup bittiği sorusu sadece ilgili çevrelerin merak konusu olurken, içeride olan dışarıdan bir şekilde uzak tutulmayı başarılmış gözüküyor. Fakat konu bugün göç eden figür olduğunda filmin koptuğu yer başlıyor. Burayı şimdilik akılda tutalım.
Göç yollarında neler oluyor? Geri itme yöntemlerinin sonuçları neler? Kapatma mekânlarında ve geri gönderme merkezlerinde neler yaşanıyor diye bir izlek takip edildiğinde görülen o ki devlet, devlet olmasının gereği olarak şiddetten vazgeçmiş değil. Burada değişen şey devletin şiddete içkin olması değil, kullandığı şiddet yönteminin biçimsel farkı olarak tarif edilebilir. Buraya kadar olan kavramlar hukuku çağrıştırıyor gibi duruyor.
Şiddet üzerine konuşurken kavramların W. Benjamin için de benzer çağrışımları uyandırdığını söylemek mümkün. Keza “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” metni şöyle başlar; “Bir şiddet eleştirisinin görevi şiddetin hukuk ve adaletle ilişkisini ortaya koymaktır.” Aynı metnin bitişi ise şöyle; “Şiddetin eleştirisi, şiddet tarihinin felsefesidir. Bu, tarihin ‘felsefesi’dir, çünkü salt sonuca ilişkin fikir bile, onun zamansal verilerine dair eleştirel, ayrıştırıcı ve tayin edici bir görüşü olanaklı kılar. Sadece yakın döneme yöneltilen bir bakış ise, olsa olsa hukuk kurucu ve hukuku koruyucu şiddetin tezahür biçimlerine ilişkin diyalektik iniş-çıkışların görülmesine imkân verecektir (3).” Buradan hareketle şiddet mefhumunu konuşurken hukuka bir uğrak olmasında fayda olduğu kesin.
Marksizm’in ortaya koyduğu bir devlet ve hukuk teorisi olmadığı ve sebebinin de zaten sönümlenecek olan mefhumlarla pek ilgilenilmediği kabul ediliyor olsa bile Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nden başlayarak Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi’ne kadar yapılacak bir inceleme Marx’ın devlet ve hukuk mefhumlarına dair bir izleğini önümüze getirir. Beraberinde Engels’in Anti Duhring ve “Aile, Özel Mülkiyet ve Devletin Kökeni” isimli çalışmalarında da bir devlet tanımı yapıldığı görülür. “Alman İdeolojisi” ve “Komünist Manifesto”da devlet burjuvazinin, mülkiyetinin ve çıkarlarının aygıtı olarak tarif edilir. Sonrasında ise mesele sürer. Lenin – özellikle Devlet ve Devrim’inden başlayarak- ve Paşukanis başta olmak üzere Gramsci, Poulantzas gibi isimlerle devlet ve hukuk üzerine yazıp çizmeler devam eder ve bugün de literatür türlü tartışmalarla genişlemeye devam ediyor.
Bu çok geniş konuyu oldukça kaba biçimiyle hukuk mefhumunu nasıl kavrıyoruz sorusuna yanıt olması için kısaca özetlemeye çalışacağım. Marx’ın ve Marksizm’in hukukla ilişkisi esasen dünyanın hukukla algılanamayacağı iddiasıyla temellenmektedir. Marx bu algı yönteminin yanlışlığı üzerinden tıpkı devlet mefhumu gibi hukuk üzerine de fazlaca bir mesai harcamamıştır (5). Fakat örneğin Odun Hırsızları Yasasına dair yazılarında Marx ceza hukuku ile özel mülkiyet ilişkisini, Boşanma Yasası incelemelerinde medeni hukuk ile mülkiyet ilişkilerini açığa çıkarmıştır. İngiliz Fabrika Yasası’nı incelemesinde yasanın sonuçları ele alınmış, işçilere verilen hakların aslında burjuvazinin kârına etkisini ortaya çıkarmıştır (6).
Görülmektedir ki Marx’ın tarihsel olarak başvurduğu analiz yöntemi, hukukun işlevini ve yasaların olgusal nedenlerinin basit bir sınıf indirgemeciliği ile tarif edilmesini reddetmektedir. Psikolojik hukuk teorisi, hukukun insanın içinde olduğu ve bu yüzden ezeli ve ebedi bir niteliğe sahip olduğunu kabul eder. Marx ise Gotha Programı’nın Eleştirisinde hukukun toplumsal yapı, ekonomik ilişki ve kültürel gelişim mefhumlarının üzerinde olmadığını söyler (7). Marx’ın altını çizdiği bu ilişki, sönümlenme teorisi üzerine yapılan devlet olsa da olmasa da hukuk her zaman olacak mı olmayacak mı tartışmasına Marx’tan yana bir cevap olacaktır. Marksist literatür devletle hukuku birbirine içkin olarak kabul eder.
Devlet, örneğin mülkiyet hakkı için tüm toplumu hak öznesi olarak tarif etmektedir. Burjuva devletin hukukun üstünlüğü niteliği gereği tüm yurttaşlar eşit şartlarda mülkiyet sahibi olma hakkına sahiptir. Devlet tüm yurttaşların mülkiyetine de eşit uzaklıkta konumlanmaktadır. Bu durum esasında yurttaşların da birbirlerini mülk sahibi görmelerine sebep olmaktadır. Hiç yanılsama olmadan devlet mülkiyet haklarını teslim eder ve korur fakat mülkiyet sahipliği kapitalist formasyonda sadece bir sınıfa haiz olarak karşımıza çıkmaktadır. Devletin tam da bu yansızlığı sebebiyle mülkiyet sahibi olmayanların emeklerini satarak kapitalist üretim biçiminin var edilmesini sağlamaktadır ve böylece kapitalizm yeniden üretilmektedir (8).
Poulantzas da bu ifadede ısrar eder. Ona göre; modern devlet herkesi hak taşıyıcı özne olarak tarif eder. Bu kapitalist biçimli burjuva devletin, toplumun ortak çıkarlarının kurumsallaşmış hali ve temsilcisi olarak gözükmesini sağlamaktadır. Bu iddia asla bir kurmaca ve yanıltıcı bir iddia değildir. Demokrasi aracılığı ile tüm topluma genel oy hakkı verilmektedir. Dolayısıyla toplumun, birlik olarak çıkarlarını resmeden ideoloji altında olması kapitalistlerin çıkarınadır. Toplumu analiz ederken analizi sınıf çatışması üzerinden değil de tüm sınıfların tek potada eritildiği biçimde yapmak burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet edecektir (9).
Poulantzas, sınıf egemenliğinin bütün izlerinin sistematik olarak hukuk dilinden çıkarıldığını kabul eder. Bu, özel hukuk ve kamu hukuku için de geçerlidir. Hukuk, yoksulları ulusal topluluğu oluşturmak üzere bir araya gelen yurttaşlar niteliğinde birleştirir. Bu düpedüz bir aldatmanın ötesindedir. Politik rollerin tikel ekonomik işlevlerden ayrışma öyküsüdür. Bu kapitalizmin işleyişine hizmet eden bir ayrışmadır, insanların gözlerinin boyanması değil, modern devletin ve dolayısıyla burjuvazinin başarılarıdır (10).
Gramsci için hukukun doğası ve işleyişi belirgin olarak ideolojik açıdan egemen/hegemonik sınıfın sivil toplumdaki düzenleyici ideolojik aygıtıdır. Hukuk, sivil toplumun ayrılmaz parçası olarak zorunluluk ile zorlamayı homojen kılar. Ayrıca devletin homojen kıldığı diğer olgu egemen sınıftır. Bu anlamıyla hegemonik olarak hukuk, bir enstrüman niteliğinde egemenlerin parçası olarak tarif edilir. Rıza ve zor diyalektiğine bağlı olarak işler. Rıza yıkılırsa devlet şiddet aracına dönüşür. Mülkiyet ilişkileri temelinde egemenin tahakküm ve cezalandırma halini alır (11).
Althusser, devletin zor aygıtlarına ek olarak ideolojik aygıtları da eklemiştir. Devlet, baskı aygıtlarını şiddet, ideolojik aygıtlarını ideoloji kullanarak işletir. Althusser’e göre hukukun üretim ilişkilerini gizleyerek hukukun kapitalizmin dışında onu düzenleyen, denetleyen veya sınırlayan bir aygıt gibi görünmesi ideolojik anlamda gerçek bir burjuvazi başarısı olsa da, bu kabul gerçeğin sakat bir kabulüdür. Bu bağlamda kapitalizme ve kapitalist devlete içkin olan hukuk, Althusser’e göre mahkeme ve hapishanelerle bir baskı aygıtı olarak işlerken aynı zamanda bir ideoloji ve buradan hareketle ideolojik aygıttır (12).
Benjamin’e tekrar dönecek olursak hukuk, içkin olduğu şiddeti saklayabilmesiyle öne çıkar. Ona göre hukuk kurmak, iktidar kurmak anlamına gelmesi sebebiyle şiddetin dolaysız tezahürü olduğunu söyler; “ Hukuk kurma, şiddetten arınmış, şiddetten bağımsız değildir; şiddete bağlı bir amacı zorunlu biçimde ve içrek olarak, iktidar adı altında hukuk biçiminde ortaya koyar, dar anlamda doğrudan hukuk kurucu şiddete dönüştürür (3).”
Marksist literatür, yukarıda -en başat ve kaba haliyle- özetlenen biçimiyle hukuk üzerine bir açıklama ve eleştiri literatürü geliştirmiştir. Söz konusu literatürün sebep olduğu iki tartışma karşımıza çıkacaktır. Hukuku ne yapacağız ve hukukla ne yapacağız? İlk sorunun cevabı oldukça açıktır. Marx’tan bu yana sınıfların varlığıyla içkin ifade edilen hukuk mefhumu, sınıflar ortadan kalktığında sönümlenmek üzere devletle birlikte yok olup gidecektir. Fakat yine Marx’a göre sınıfların henüz mevcut olduğu zaman ve koşullarda örneğin tüketim araçlarının paylarının düzenlenmesinde burjuva hukukuna ihtiyaç sürecektir (12). Hukuk ancak komünist evrede yani tarihin durduğu, sınıfların ortadan kalktığı anda aşılabilecektir. Lenin de proleter devrim sonrasında hukukun sosyalist hukuk olarak değil sadece burjuva hukuk olarak var olacağını söyler (13). Paşukanis ise en bilindik haliyle bir sönümlenme tarifi yaparak hukukun devrimden sonra ne olacağı sorusuna cevabı verir. Hukukun kaynağı burjuvazi olarak işaretlenir. Sınıfların varlığı ve kapitalist biçimlerin olması hukukun da olacağı kabulüyle yola çıkarak, sosyalizmde bir hukuktan bahsedeceksek bunun burjuva kimliğinin mutlak olduğunu, sınıflarının ortadan kalkması mutlak suretle hukukun da ortadan kalkacağının ifadesi olduğunun üzerinde durur. (14).
İkinci soruya gelince bu soru devrim öncesine dair sorudur. Sanırım burjuva ideolojisi ve şiddet aygıtı olarak tarif edilen ve sonunda mutlaka kurtulmamız gereken hukukun dövüşürken kullanılması kafa karıştırıcı geliyor. Konuyla ilgili iki ana klik bulunuyor; sol sapma olan sekterizm ve sağ sapma olan oportünizm. Sekterler burjuvazinin silahı kullanılarak onunla dövüşülemeyeceğini iddia ederek hukuk alanını tamamen boşaltırlar. Oportünistler ise her işi mutlaka yasal çerçevede hatta yapabiliyorsak mahkemede yapma gayretindedirler. Bir tür hukuk bürosuna benzetilmelerinin sebebi de budur. Meseleyle ilgili en başat örnek Lenin’in Samarra anılarından gelir. Bezirgan sandalcıyla mahkemede uğraşan Lenin mahkemeye başvurduğu için eleştirilirken, gelen eleştirileri şöyle yanıtlar;
“…ben mahkemeye başvurmaktan yanayım. Artistlik yapmanın gereği yok. Duygusallık yapmak affedilemez bir tutum olacaktır (14).” Lenin’in dava açabiliyorsak dava açacağız cevabının aynı zamanda hukukla ne yapacağız sorusuna da en başat cevap olduğu çok açık. Tarih durana kadar hayatımızda hukukun olacağı ve işimize yaradığı sürece de kullanacağımız pratisyen tutumdur. Mesele Paşukanis’in zihninde şöyle formüle edilmektedir; Proletarya bu biçimlerden istifade edebilir ancak bu, söz konusu biçimlerin geliştirilebilir veya onlara sosyalist bir biçim kazandırılacağı anlamına gelmez (12).
Hukukun yukarıdaki –en kaba haliyle- özetinden yola çıkarak ilk sorduğum soruya ve aklımızda tuttuğumuz göçmen figürüne dönük açık şiddete dönebilirim. Hukukun, yasaların, devletlerin, sözleşmelerin olduğu bugünde nasıl oluyor da göç eden figür şiddete doğrudan maruz kalıyor, ölüyor, işkence görüyor, kapatılıyor ve tüm haklardan soyutlanıp tutsak ediliyor? Buna dair verilen cevap çok çarpıcıdır; “Evrensel hukuki kural ve kaidelerden yayılan parıltı, kaotik toplumsal yapıyı ve çelişkileri gizlemeye çalışır. Tıpkı liberal ekonomik tahlillerdeki yüzeyselliğin kitlesel yoksulluğu hafızalardan uzak tutmaya çalıştığı gibi. Adaletin sosyo-ekonomik cürufla yüzleşmekten kaçınması sonuçta hikmet-i hükümetle olan bağıntısını ele verir. Parlak ilkeler, kaosu ve kitlesel yoksulluğu kolluk kuvvetiyle baş başa bırakmanın en uygun yolu haline gelir. Kısacası hukuk, yoksulluktan türeyen talepler söz konusu olduğunda devlet mantığıyla, şiddetle hiçbir zorunun olmadığını, dahası uyum içinde olduğunu gösterir (12).
Hukukun hiçbir durumda katlanamadığı şey, kendi dışında bir şiddetin varlığıdır. Bunun nedeni böyle bir şiddetin amaçlarının hukukla bağdaşmaz olması değil, varlığının hukuk dışı olmasıdır (3). Bugün şahit olduğumuz şiddetin faillerinin izleği, söz konusu şiddetin devletlere dolayısı ile hukuka içkin olduğunu gösteriyor. Göç eden figürler katledilirken, işkenceye uğrarken, kapatılırken hukuk ne yapıyor sorusuna dair bir cevaba yaklaşmış gibiyim. İçinde yaşadığımız acil durum hali esasında önümüzde duran kavramlara içkin bir kural olabilir. Mücadele alanından vazgeçmek değil ama meseleyi tek başına hukuk mefhumuyla açıklamak ve çözmek belli ki pek mümkün değil. Ezilenlerin geleneği bize bunu öğretiyor.
Göçmen karşıtlığı, ölümler ve diğer uygulamaların tümüne karşı hukuk mefhumunun sessizliği, hukukun konu ezilenler olduğunda girdiği forma içkindir. Şöyle söylenir; bazen hukuku, yasaları ve hatta demokrasiyi korumak için, tüm bu olguların askıya alınması burjuva devletlerin sık uğraklarından bir tanesidir. Söz konusu mefhumların korunması için askıya alma hali, bir şiddet sarmalı olarak hedefine koyduğu öznelerin üzerine çökmekten asla kaçınmaz. Göç mefhumunun vatandaşlık örtüsünü kaldırarak burjuva demokratik devleti yapısal bir krize sokması, göç eden figürlerin bu şiddet sarmalının hedefi haline gelmesi anlamını taşıyacaktır. Keza taşımıştır da. Hukukun helvadan put olduğu ve acıkılınca da yenildiği anlardan birisi işte tam olarak burasıdır.
Kaynakça
1- Eugene Pottier’in, komünden sonra I. Enternasyonel’in marşı olacak ünlü Enternasyonal’den bir kıta.
2- Han, C., B. (2021). Şiddetin Topolojisi. (çev. Dilek Zaptçıoğlu). 5. Baskı. İstanbul. Metis Yayınları.
3- Benjamin, W. (2018). Walter Benjamin Kitabı. (edt. Bora Erdağı ve İbrahim Yıldız. (çev. Tunç Tayanç)). 1. Baskı. Ankara. Dipnot Yayınları.
4- Foucault, M. (2019). Hapishanenin Doğuşu. (çev. Mehmet Ali Kılıçbay). 8. Baskı. İstanbul. İmge Kitapevi Yayınları.
5- Karahanoğulları, O. (2018). Marksizm ve Hukuk. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 57(02). 61-92.
6- Marx, K. (2021). Kapital (1. Cilt). (çev. Nail Satlıgan, Erkin Özalp, Mehmet Selik). 9. Baskı İstanbul. Yordam Kitap.
7- Marx, K. ve Engels, F. (2017). Gotha ve Erfurt Programları Üzerine. (çev. Erkin Özalp). 1. Baskı. İstanbul. Yordam Kitap.
8- Colins, H. (2016). Marksizm ve Hukuk. (çev. Umre Deniz Tuna). 1. Baskı. Ankara. Dipnot Yayınları.
9- Poulantzas, N. (2006). Devlet, İktidar, Sosyalizm. (çev. Turhan Ilgaz). 1. Baskı Ankara. Epos Yayınları.
10- Thomas, P. (2009). Yabancı Politik. Marksist Devlet Kuramına Yeniden Bakmak. (çev. İbrahim Yıldız). Ankara. Dipnot Yayınları.
11- Forgacs, D. (2022). Gramsci Kitabı. (çev. İbrahim Yıldız). 1. Baskı. Ankara. Dipnot Yayınları.
12- Yelkenci, T. (2017). Marksist Devlet ve Hukuk Teorisi. 2. Baskı. İstanbul. Notabene Yayınları.
13- Lenin, İ., V. (2022). Devlet ve Devrim. (çev. M. Halim Spatar ve Celal Üster). 4. Baskı. İstanbul. Yordam Kitap.
14- Paşukanis, B., E. (2019) Genel Hukuk Teorisi ve Marksizm. (çev. Onur Karahanoğulları). 1. Baskı. İstanbul. İletişim Yayınları.
(FG/AÖ)