Fotoğraf: AA
Doğru adam kiminle oturmaz adalete yardım etmek için?
Hangi ilaç çok acıdır ölen adam için?
Hangi alçaklığa katlanmamalısın alçaklığı yok etmek için?
En sonunda, dünyayı değiştirebileceksen,
Nedir seni çok iyi yapabilecek olan bunun için?
Sen kimsin?
Çirkefe bat
Kasaba sarıl, ama
Dünyayı değiştir: buna ihtiyacı var!
Brecht
Benim yaşlarımdaki akademik dirsek çürütme uğraşları içerisinde olan bir insana işin henüz başında olduğu hatırlatılır ve bu hatırlatmanın ardından "işin henüz başındayken güvenli limanlara yanaşması" önerilir. Her alanda bu tarz güvenli limanlar bulunur ve zaten akademinin geldiği güncel halde de danışmanınızın sizi böylesi bir konuya teşvik etmesi oldukça olasıdır. Akademik aklın çürümüşlüğü diyebiliriz.
Esasında hayati olan mefhumlar akademi içerisinde böylesi bir akıl yürütme zincirleriyle heba olup gitmektedir. Örneğin iklim krizi, içinde yaşadığımız üretim biçim ve ilişkileri bağlamlarından koparılarak "aslında pipetleri kâğıt kullansak daha sürdürülebilir bir dünya mümkün" sonuçlarıyla biten metinlerle ele alınmaktadır. Bu metinlerin hâsıl olma sebebi böylesi kof bir akademik aklın ürünüdür.
Bu metnin konusu olan göç de esasında akademi içerisinde çokça meşhur bir konudur. Fakat iklim krizinin başına gelen göç mefhumunun da başına gelir. Örneğin bir anda göçün ne kadar tehlikeli olduğunu kanıtlamaya çalışan metinlerle karşı karşıya kalırız. Teori, paradigma kaygısı dahi güdülmez. Süslü metinler oluşturulur.
Küçük bir seri şeklinde planladığım bu yazı dizisinde göç mefhumuna dair birkaç cümle kurmadan önce, çalıştığım ve üzerine düşündüğüm, kafa yorduğum konunun yukarda bahsettiğim güvenli limanlardan bir tanesi olmadığının farkındayım. Yaşımın ve olduğum yerin de bilincindeyken üstelik. Göç meselesine dair düşüncelerim -bu farkındalıkla birlikte ve bu farkındalığa rağmen- Brecht'in öfkesine çok benzer bir yerden temellenerek zihnimde büyüyor.
Göç dediğimiz kavramı ister epistemolojik, ister ontolojik, ister ekonomik veya dilerseniz politik ve hatta sosyal veya kültürel birden çok anlamıyla birlikte düşünebiliriz. Her anlamıyla çok yeni, çok bakir bir alanla karşılaşacağız. Fakat bu meselenin her anlamıyla can acıtıcı bir gerçekliği var. Ben söz konusu bu gerçekliğin –acıların- tarafı olmayı tercih ediyorum; bu sebeple bu yazı dizisinin bütününde çirkefe batacak, kasaba sarılacağım.
Sert bir girizgâh olduğu söylenebilir. Göç de zaten böylesi sert bir meseledir. Göç üzerine çalışmak, yazmak ve hatta okumak bu sertlikten payını her zaman alır ya da en azından ben bunun böyle olması gerektiğinin kanaatindeyim. Göç üzerine türlü akıl yürütme yöntemleriyle konuşup, yazıp çizebiliriz fakat bedeli var. Öncelikle yalnız veya bir avuç hissetmek bu bedellerden sanırım en başatı. En yakınlarınızla bile ortaklaşamadığınız bir konu üzerine çalışmak oldukça zor bir iş. Yalnız veya bir avuç hissetmek sanırım hatırı sayılır bir bedel. Yine de şanslıyım ki yalnız hisseden değil, bir avuç hisseden taraftayım ve bunun daha katlanılabilir olduğunu düşünüyorum. En azından ait hissettiğim bir çevrenin varlığına sırtıma yaslayabiliyorum. Ve bence katlanılabilir olan aynı zamanda dövüşülebilir olandır.
Ben bu bedeli ödemeye razı ve istekli birisi olarak planladığım yazı dizisinde nelerden bahsedeceğimden ve düşüncelerimi şekillendiren düşünme biçim ve yöntemlerimden bahsederek devam edeyim. Evvela bu metin, serinin giriş metni olarak işlev görsün ve ben de can sıkıcı bilim nesnelerini sıralamadan önce kişisel gözlemlerimi de ifade etmeyi deneyeyim. Böylece pozitivizmin kupkuru alanlarından da sıyrılmış olabileyim.
Marksistlerin hatırı sayılır bir bölümü Marksizm'i bilim olarak kabul ederler. Dünyanın diyalektik/tarihsel materyalist yöntemle kavranabileceğini söylerler ve diyalektik materyalizmin tarihe uygulanmasıyla oluşan alanın salt ideolojik alan değil bilimsel alan olduğunu ve bunun bir bilim faaliyeti olduğu kabulüyle işlerine devam ederler. Benim de kendimi konumlandırdığım ya da en azından konumlanmaya çalıştığım analiz yöntemi ve alan burasıdır. Bu yöntemle bir okuma yapıldığında göç insan tarihine içkin bir kavram olarak karşımıza çıkar.
Bugüne gelindiğinde 21. yüzyıl, göçmenin yüzyılı olarak tarif edilebilir. Dünya üzerinde farklı sebeplerden yaklaşık 1 milyar göçmen bulunmaktadır ve sadece iklim krizi sebebiyle bu sayının iki katına çıkması için öngörülen süre yaklaşık 30 senedir (1). Bu kadar hayata içkin olan geçmişten geleceğe her anımızı dolduran bir hayat pratiğinin bugün geldiğimiz noktada böylesi yoz bir toplumsal karşıtlığa konu olması üzerine düşünmemiz gerekirken örülmesi gereken bir politik hattın da elzemliği gün yüzüne çıkmaktadır.
Fakat materyalist birikimin karşısında idealistler de oldukça gelişkin yöntemlerle çalışmışlardır. Bilimsel olarak değil ama felsefi açıdan oldukça da keyifli işler yapmışlardır. O birikime bakıldığında da göç bir olgu olarak oldukça hayata içkin ve hatta kutsal metinlerde peygamberlere dair anlatılar olarak karşımıza çıkar.
Örneğin Musa Mısır'dan Firavunun zulmünden kaçarken denizi yarar, Muhammed Mekke'den Medine'ye hicret eder. Süryani mitolojisinde Kabil ile Habil anlatısı yerleşik figür sonradan gelen figür –yerli ve göçmen- arasındaki çatışmayı anlatır. Mitolojik anlatılar, dini referanslar, anlatılar göç mefhumunu her zaman içinde barındırır.
Tarihin her anında, her üretim biçiminde göçle karşı karşıya kalırız fakat nasıl ki her dönemin kendine içkin formasyonları farklılık gösteriyorsa göç mefhumu da aynı şekilde farklılık göstermektedir. Feodal toplumda yaşanan göç ile kapitalist toplumda yaşanan göç arasında farklar bulunmaktadır ve bu farklar her seferinde yeniden analiz edilmeye ihtiyaç duymaktadır. Bugün yaşanan göç mefhumu da içinde yaşadığımız üretim biçimi ve ilişkileri ile birlikte okunmaya teşnedir.
Akademi içinde sıkça kullanılır, araştırma sorusu en elzem adımlardan biridir. Doğru soruyu sormadan gerçeğe ulaşmanın mümkün olmadığı kabul edilir. Buna dair başat cümle Marx'a aittir. Kapital bir ilkeyi beynimize adeta bir şimşek gibi çakarak başlar; kapitalist üretim tarzının hüküm sürdüğü toplumların zenginliği, birimi tek bir meta olan "muazzam bir meta birikimi" olarak kendini gösterir. Bu nedenle araştırmamız bir metanın analiziyle başlamalıdır (2).
Kapitalizm zaten yedek işçi üretmektedir. Bu yedek işçi ordusu hem piyasa genişleyince kullanılmak üzere el altında beklerken hem de çalışanların ve ücretlerin kontrol altında tutulmasına yaramaktadır. Kapitalist üretim biçimi üretimi nüfusa göre sınırlamaz, mevcut emek gücüyle yetinmez. Sınır tanımayan üretimin her zaman bir yedek üretim ordusuna ihtiyacı vardır. Bu bağlamda kapitalizmin yeniden üretilebilirliği için çalışan nüfus yeniden üretim için ne kadar elzemse, artı nüfus da en az o kadar elzem bir nitelikle karşımıza çıkmaktadır (2).
Marx'a göre proleterler arasındaki düşmanlık burjuvazi tarafından yapay olarak üretilmektedir. Burjuvazi, kendi gücünün ve iktidarının sürdürülebilirliği ve yeniden üretimi için gerçek sırrının bu düşmanlık ve bölünme olduğunun bilincedir (3).
Öyleyse gönül rahatlığıyla şunu diyebilmeliyiz; kapitalizme içkin olan artık nüfus hikâyesinin faturası göç etmiş hiç kimseye kesilemez. Bu bağlamda göçle ilgili özellikle sosyal medyadan yayılan türlü iddialar vardır. En ünlüleri de mültecilerin ücretleri düşürdüğü, sınıfı böldüğü iddialarıdır ve sanırım ırkçı, faşist delüzyonlardan ziyade en tehlikeli olan ideolojik iddia budur. Bu iddia Marksist bir iddiaymışçasına yayılır fakat gereken cevabı Marx verir.
Deformasyon bitmez. Türlü görüntüler sosyal medyada gerçekmişçesine yayılır, üstüne olur olmadık açıklamalar yazılır ve herkes sosyal medyada olmanın sebebiyle bu deformasyondan payına düşeni alır ve yeniden üretir. Bu yazı dizisi boyunca esasında operasyon niteliği taşıyan hiçbir haberle ilgilenmeyeceğim. İlgilendiğim esas, vücudu atölyelerde parçalandığı için yol kenara atılmış ölü göçmen bedenleridir.
Hayvan sürüsü sahibi tarafından vurulup tarlaya atılan çobanlarla, 13 yaşında asansöre sıkışıp ölen çocuklarla, Ege Denizi'nin ve Sahra Çölü'nün Libya Tunus sınırındaki bölümünün büyük bir mülteci mezarlığına dönüşmesiyle ilgileniyorum. Binlerce acı ve ölüm yaşanıyor, tarafım. Ücretleri ödenmeyen, eksik ödenen, fazladan mesai yaptırılan, kaçak çalıştırılan göçmenlerle dert ortağı olmayı tercih ediyorum. Afganlar bizim sahillerimizde nasıl denize girer diyen akıl zinciriyle ortak bir paydam yok. Dövüşmek üzere karşısına konumlanıyorum.
Sosyal medyada türlü kapatma yöntemleri –yüzen hapishaneler, çadır kentler, sınır karakolları vd.- tartışmaya açılıyor fakat bu kapatma mekânlarının Nazi Almanya'sındaki kamplardan teknik olarak Agamben'e göre bir farkları yoktur. Esas soru şudur; bu nasıl bir hukuksal düzen ve iktidar dağılımıdır ki insanların her şeyleri ellerinden alınıyor ve onlara yapılan hiçbir şey suç sayılmıyor? Bugün mültecilerin bekletildikleri, toplatıldıkları, kapatıldıkları her mekân birer kamp örneğidir. Görünüşte zararsız bu mekânlar, bilinen her fren denge aygıtının askıya alındığı mekânlardır. Her an her türlü vahşet hukuka, yasaya veya anlaşmalara değil, kolluğun inisiyatifine bağlıdır (4).
İnsanlık her geçen gün dramlarına yenisini ekliyorken nasıl olur da göçmen karşıtlığı kendine bu kadar yaygın alanlarda ses bulur? Cevabı Marx ve Engels Alman İdeolojisinde verir; maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf, aynı zamanda zihinsel üretim araçları üzerinde de denetime sahiptir, bu nedenle, genel olarak konuşursak, zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların fikirleri ona tabidir (5). Yükselen ırkçı dalganın belki de sandığımız kadar doğal olmadığını düşünmek zorundayız.
İşin sebebi ve özü şudur; göç mefhumu -göç eden figürle birlikte- hukukun, insan haklarının, insan ile vatandaşlık arasındaki ilişkinin, doğum ile milliyet arasındaki bağıntının sürekliliğini koparmakta ve parçalamaktadır. İnsan hakları denilen kof metinlerin üstünü örten vatandaşlık örtüsü göçmen figürü ile ortadan kalkmaktadır. Bu haliyle göç, modern demokratik hukuk devleti kurgusunu doğrudan krize sokmaktadır. Göçün ve göç eden figürlerin modern egemenliğin içerisinde bu kadar rahatsız edici bir yere konumlanmasının temel unsurunu bu kriz oluşturmaktadır (4).
Bu sebeple içinde yaşadığımız bu olgu –göçmen karşıtlığı- hayata içkin, doğal ve akışa uygunmuş gibi geliyor gibi gözüküyor olsa da bu olguya karşılık gelen bir tarih kavramına ulaşmak zorundayız. Eğer birlikte yaşamanın türlü yollarını arıyor ve bu yolları yaratmak için dövüşme niyetinde isek, bu mücadelede elimiz böylesi bir yolu açmakla daha da güçlenecektir (6). İşin sonunda aslında giriştiğim bu yazının ve hatta tüm dizinin çok iyi bir özeti yıllar önce iki satırla yapılmıştır. Benim de çok sevdiğim bir şarkıdır, onunla bitirelim;
"Açlığın dini olmaz, yoksulluğun vatanı
Kör olasın kahpe devran!"
***
Kaynakça
1- Naıl, T. (2022). Göçmen Figürü. (Çev. Dılşa Ritsa Eşli). 1. Basım. İstanbul. İletişim Yayınları.
2- Marx, K.(2021). Kapital. (Çev. Mehmet Selik, Nail Satlıgan, Erkin Özalp). 7. Basım. İstanbul. Yordam Kitap.
3- Anderson, B., K. (2018). Marx Sınırlarda. (Çev. Deniz Gedizlioğlu). 1. Basım. İstanbul. Yordam Kitap
4- Agamben, G. (2020). Kutsal İnsan Egemen İktidar ve Çıplak Hayat. (Çev. İsmail Türkmen). 4. Basım. İstanbul. Ayrıntı Yayınları.
5- Marx, K. ve Engels, F. (2023). Alman İdeolojisi. (Çev. Olcay Geridönmez, Tonguç Ok). 2. Basım. İstanbul. Kor Kitap.
6-Agamben, G. (2020). İstisna Hali. (Çev. Kemal Atakay). 2. Basım. İstanbul. Ayrıntı Yayınları.
(FG/AÖ)