“Lo lo pismamo
Tu çima deng nakî
Serê xwe carek
Bilind ra nakî” Aram Dîkran
İki sene önce aynen böyle bir kış, günlerden de hiç unutmam cumaydı. Ertesi gün öğlen saatlerinde İstanbul üzerinden ABD’ye gidecektim. Efsunlu ve sırlarla dolu şehrim Diyarbekir’in ortaçağdan bu yana pazar yeri olan Camii Kebir’in karşısındaki renkli çarşısından, uzak diyarlardaki dostlara armağan olarak verilmek üzere rengarenk puşiler satın almıştım. Paketler elimde son hazırlıklarımı yapmak üzere eve doğru yollanmıştım. Öğlenden sonraydı, telefon çaldı. Elimdeki paketler nedeniyle zorlanarak da olsa telefonun tuşuna dokundum. Telefonun öbür ucundaki arkadaşımın sesinden buruk bir ifadeyle o üzgün cümle dökülüverdi. “Biliyorum, arkadaşındı. Başın sağolsun. Hrant’ı vurdular.” Dilim tutulmuştu. Ne diyeceğimi bilemedim. Nasıl olmuş, ne şekilde olmuş, gibi anlamsız cümleleri sıraladığımı şimdi yeniden anımsıyorum…
Üç gün erteleterek Amerika’ya gittim. Orada kaldığım 21 gün boyunca hemen her görüşmede Hrant’ı sordular. Dilim döndüğünce anlattım.
Washington’da Adalet Bakanlığındayız. Görkemli mermer binanın her tarafını tanıtmak için bakanlık görevlilerinden bir kadın rehber anlatıyor. Bizi mermer bir merdivenin başına götürdü rehber. Merdivenin ilk basamağının önünde sarı bir zincir vardı. Ve belli ki o merdivenlerden yürüyerek inmek için bir engel oluşturulmuştu.
Anlatmaya başladı rehber “Bu merdivenler 1930’larda yapılmış. Çok özel bir mimaridir. Basamakları birbirinin üstüne harç kullanılmadan geçme, bindirme tekniğiyle o zamanın ustaları yapmışlar. Çok kıymetli bir ustalık olduğu için de şimdi herkesin kullanımına kapatıldı. Sadece ‘Yüksek Mahkeme Üyeleri Yargıçlar’ bu merdivenleri kullanabiliyor” dedi. Merdivenlere bakıp gülümsedim. Sorunca rehber, anlattım. Dedim ki; “Benim şehrim Türkiye’nin doğusunda, adı da Diyarbekir. O şehrin bazalt avlulu binler yıllık eski kadim evlerinin ikinci kattaki odalarına çıkılan bütün merdivenleri bazalt taştan ve sizin anlattığınız teknikle yapılmış ve halen günübirlik olarak da kullanılıyor. O merdivenleri yapanlar Diyarbekir Ermenileri olan, eski taş ustaları. Muhtemelen sizin bu merdiveni de yapanlar Amerika’ya kadar göçle gelen o Diyarbekir Ermenileridir”. Biraz mahcup oldu rehber kadın. “Ne yapalım Şeyhmus Bey! Bizim tarihimiz iki, bilemediniz üç yüz yıllık. Biz genç bir ülkeyiz. Dünyanın her tarafından ülkemize insanlar geldi. Bizim sizin kadar eski geçmişimiz yok” dedi.
Birkaç yıl evvel Halep’in eski ve kadim çarşısında dolaşıyordum. Dünyanın bütün renkleri kilimlerin ve kumaşların üzerine bir uyum içinde nakşedilmiş gibi. Doğunun bütün baharatları taş zeminli, dar sokaklı çarşının karşılıklı dükkânlarında sergileniyor. Birkaç arkadaşız. Halep’teki eski tarihi dokuyu ve yeni restorasyon çalışmalarını yerinde görmek üzere Halep’teyiz. Kürtçe ve Türkçe konuşuyoruz, yanımızda da Arapça bilen rehberimizin anlatımlarına katılarak dolaşıyoruz. Birden önümüzde yürüyen kadın seslerimizi duyup dönerek sordu; “Türk müsünüz?”. “Hayır, Kürdüz” dedik. Nerelisiniz, filan muhabbetinden sonra; “Diyarbekir” deyince, “Ben de Maraşlıyım. Maraş Ermenilerinden. Ne olur evim hemen şuracıkta. Sizlere birer acı kahve ikram edip biraz sohbet etmek isterim” dedi. Arkadaşlardan bir, ikisi çarşıda alışveriş ve gezintiye devam etmek istedi. Ben dâhil bir kaçımız Maraş Ermenilerinden hanımın evine gittik. Oğlu evdeydi ve Türkiye’den bir televizyon kanalından bir program izliyordu. Oğluyla da tanıştık. Kahvelerimizi içerken paylaştı Maraşlı kadın. “Babam Ermeni tehciri yıllarında kaçarak canını kurtarıp Suriye’ye sığınmış. Ben burada doğdum. Babamın memleketini hiç görmedim. Hâlbuki çok yakın, biliyorum, birkaç saat mesafede. Ama korkuyorum gitmeye. Ya bir şey olursa!” Soruyorum, mutlu musunuz, nasıl haliniz, diye. Devam ediyor; “Kendi topraklarımızdan kovulduk, sürüldük. Suriye ise kucak açtı. Halep’teki Ermenilerin durumu çok iyi, ticaret yapıyoruz. Zenginiz, Ermenilerin çoğu da aynı durumda. Ama vatan hasreti başka bir şey…”
Kuyumcu Celil, şehrin en eski kuyumcu işliklerinden biri olan suriçindeki mekânında iş arkadaşı Ermeni Yervant’ı şakalaşırken rendeyle kazaen yaralar. Yervant, o telaş içinde epeyce kan kaybeder, bitkin düşer. Yakındaki hastaneye götürürler Yervant’ı. Tedavi ederlerken eğilip hemen yakınındaki bir başka arkadaşının kulağına fısıldar Yervant, “Abê! Kan kaybından ölürsem, sakın ola Celil’in elinden oldu demiyesiniz. Yazıktır Celil, başı ağırmasın!”
Bizim buralarda, yani kadim şehir Diyarbekir’de lakap çok mühim meseledir. Futbolcu Süryani Sami’nin bilinen lakabı “Gâvur Samo”dur. Bacısı ölür Sami’nin. Şehrin renkli simalarından Şeyhmus, namı diğer Kasap Qalê duyar arkadaşı Sami’nin kızkardeşinin vefatını. Taziye yerini sorar. ‘Kilisede’ derler. Qalê, gider Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesine. Oturur ve ellerini açıp “Lillâhil Fatiha” der. ‘Gâvur Samo’ arkadaşına dönüp “Qalê! Burası kilisedir, burada Fatiha geçmez!” der. Qalê de “Geçse de, geçmese de ben okudum bir kere rahmetlinin ruhuna fatihayı” der.
Belki de yine bir Ermeni sanatçının, Aram Dikran’ın sesinde dile gelen şarkıdaki sözlerden. Hani ‘amcaoğlu neden sesin çıkmıyor, bir kez dahi başını kaldırıp halime bakmıyorsun’ diyen sesine ses olmak için, işte “sesim nefesim” demek için!
Şimdi bir kez daha, bu ülkenin acılarını ruhunda bedeninde hissederek yaşayanlar olarak, özür dilediğimiz için bize uzak diyarlardan teşekkür edenlere: “Sizin yaban ellerde heba olup giderek çektiklerinizin yanında bizlerin sıradan bir özrü ne ki! Bakın Hrant Axparîk’i bile koruyamadık bu dar-ı dünyada… Bin kez özür dilesek de azdır…”(ŞD/EÜ)