Resim dersinde her zaman kötü olmuşumdur oysa ki. Fakat bu makalenin baş kahramanı olan Ülkü Doğanay hocamın da dediği gibi bir “büyük resim” varsa ve bu resim böylesine kötü bir şekilde çizilmeye devam edilecekse, belki benim bu fırça darbem o kadar da kötü olmaz ve ortaya çıkan resim -güzelleştirilirse belki- mazur bile görülebilir!
Bu satırları yazmaktaki amacım, evrensel insan haklarına saygı duymakla yükümlü olan devlete, bu yükümlülüklerini hatırlatmak ve barış istemek dışında başka hiçbir amacı olmayan bir bildiriye imza atmış hocalarımdan birini kendi gözümden anlatmak kendi çapımda. Belki bu şekilde, hocalarımızı, “attıkları” yetmiyormuş gibi bir de gizli gündemleri olan, sayısı her geçen gün artan örgütlere hizmet eden “karanlık” insanlar olarak büyük resimlerinde konumlandırmak isteyenlerin kendi karanlıklarını gösterebilirim.
Büyük resimden bahsetmişken, bu resmi gördüğünü iddia edenlerin Sir Arthur Conan Doyle’un dedektifinin egosunu gölgede bırakacak şekilde küçük detayları “keşfetmeyi” ne kadar sevdikleri ortadadır. Öyle ki Gezi çadırlarında atom bombası planlarını ve sayısız sübliminal mesajı ortaya çıkararak bu büyük oyunu bozan dehaları yormamak adına bir detayı itiraf etmek gerekiyor:
Ülkü hocamı yazsam da aslında ben öğrenci olmayan bir öğrenciyim. Ege Üniversitesinde misafir öğretim görevlisi olarak ders verdiğinde kayıtlı öğrencisi olarak onu tanıma fırsatı bulduğum için; Murat Sevinç hocamın ifadesiyle “atılmadan” önce de Mülkiye’de beni derslerine misafir öğrenci olarak kabul edip en az resmi öğrencileri kadar ciddiye aldığı için bu satırları yazıyorum.
Bu satırları yazmam gerektiğini hissediyorum çünkü havasını solumaya başladığımdan beri ruhundan etkilendiğim Cebeci Kampusunde 10 Şubattan beri yaşanan ve fakat medyaya asla tam olarak yansıyan birçok şeye ben de şahit olduğum için: Baskın Oran’ın karşı kaldırımda dahi barındırılmadığı, Korkut Boratav’ın kampuse alınmadığı, rektörün yazılı talebiyle orada bulunan polislerin cübbeleri çiğnediği gün, öğrencisi, mezunu ve hocalarıyla bu zulme maruz kalan grubun içinde “öğrenci olmayan öğrenci” olarak ben de bulunduğum için…
Prof. Dr. Ülkü Doğanay’ı KHK ile memuriyetten atanlar, onu tanımış olsalardı bunun ne kadar komik olduğunu kendileri de görebilirlerdi. Çünkü Ülkü hoca, işini yaparken hissettiği ve etrafına da fazlasıyla hissettirdiği istek ve heyecanıyla “memur” profilinden zaten kilometrelerce uzaktır. Buna onu bir şekilde tanımış olan başta öğrencileri olmak üzere herkes eminim katılacaktır.
O öğrencilerinden fazla çalışır. Örneğin misafir öğrenci olarak kendisinden aldığım Türkiye’de Demokrasi ve Demokratikleşme dersinin okuma listesi yıllar önce hazırlanmış ve öylece kalmış bir liste değildir. Bütün okumalar her ne kadar hocanın rengarenk stickerları ile dolu defteri içinde özetlenmiş olsa da kendisi, bu okumalara sürekli yenisini eklemek derdindedir. Hatta bu dert öyle büyüktür ki “Arkadaşlar, benim göremediğim, bilmediğim varsa bize perspektif sunacak okumaları önerin lütfen.” bile dedirtir ona.
Bu ders birçok açıdan da ilginçtir. İlk olarak her dersin son dersimiz olma potansiyeli taşıması bu dersi özel kılmıştır. Her seferinde, bir önceki hafta “bu kadarı da olmaz.” dediğimiz bizzat Türkiye’deki demokrasinin durumuyla doğrudan alakalı olaylara şaşırırken biz, hiçbir ders “haftaya şunu yapacağız” diye bitmemiştir mesela. Bununla birlikte her hafta sıkılmadan hepimizi dinlemiştir Ülkü hoca. Yani adında demokrasi geçiyor diye demokratik olacak diye bir kaide olmasa da gerçekten bu ders özü itibariyle demokrasiyi öğretmeyi amaçladı. Bunda, öğrencisiyle paylaşmaktan çekinmediği heyecan ve şaşkınlıkla hoca olduğunu unutturan Ülkü hocanın payının altını çizmeye gerek yoktur sanırım.
Bu satırları okuyanların işkencesine son vermeden önce dönemin “en son” dersinden de bahsetmek istiyorum. “En son” çünkü son olması gereken ve Ülkü hocanın “gelin de sohbet ederiz.” diye öğrencilerini davet ettiği ders, İLEF’in kıymetli hocalarının o gün uğurlanmasından dolayı yapılamamış, dolayısıyla son bir hafta sonraya kalmıştı.
Bu son ders gerçekten sohbet havasında olmuş, başlamadan sipariş ettiği pizzaları Ülkü hoca kendi eliyle servis ettikten sonra başlatmıştı. Herkes yazdığı makaleler üzerine konuşurken, “öğrenci olmayan” kötü öğrenci olarak benim, doğaçlama bir şekilde üzerinde dakikalarca konuştuğum Agamben anlatışımı Ülkü hoca bıkmadan usanmadan dinleyebilmiştir. Peki böyle bir hoca, bir kararname ve zorbalıkla akademiden ve daha da önemlisi öğrencilerinden nasıl koparılabilir?
Öncelikle buraya kadar beni okuyabilmiş herkese teşekkür ederim. Sonrasındaysa, benim de öğrencisi olma onuruna eriştiğim iki güzel insanı anlatan makalesi ile beni bu satırları yazmaya sevk eden Emine Ay arkadaşıma teşekkür ederim. İLEF’in gerçek öğrencilerinden de belki de hiç haddim olmayarak, değerli hocalarından birini anlattığım için özür diliyorum.
Son olarak da, hocalarımızın düşünce ve ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü başta olmak üzere evrensel insan haklarına saygı duyan; onları karanlık olmakla itham edenlerin tahayyül edemeyecekleri kadar aydınlık insanlar olduklarını bir de öğrenci perspektifinden göstermek adına tüm arkadaşlarımı atılan hocalarını anlatmaya davet ediyorum. (MMK/BK)