Faşizm zaman algısını da değiştiriyormuş. Günler akmıyor, parçalanan bedenlere asılı kaldı.
Soruyor mu çocuklarınız sizlere, “Neden insanlar parçalanıyor?”, “Neden oyunları yarım kalıyor çocukların?”, “Buzdolabında çocuklar mı saklanır?” diye.
Umudu ve barışı anlatmak için ağzınızı açtığınızda sözcükler mi kayboluyor? Ya da art arda dizilip tümceleşemiyor mu?
Çocuklara, şiddeti şiddetsiz anlatmak zor, ama gerekli. Faşizm günlerinde çocuklarımızın ruhlarını nasıl koruyabilir, umutlarını nasıl harlayabilir ve yaşadıklarımızı nasıl anlatabilirizi düşünürken bir değil, birçok kitapla buluştum. Bunlardan birini paylaşabilmek için sizlerden hafızalarınızı 1933 yılının Almanya’sına ayarlamanızı isteyeceğim.
Anna valiz hazırlıyor. Valizinde tek bir oyuncaklık yer var. “Pembe tavşanı mı, yoksa henüz doyasıya oynamadığı tüylü köpeği mi” (s.26) alsa karar veremiyor.
Sizleri, 1933 Almanya’sına davet ettiğime aldanmayın, hafızanız bugüne sık sık atlayışlar yapacak. Hazırlıklı olun.
Günlerden sıradanlıktır. Elsbeth’le Anna okuldan çıkmış konuşa konuşa eve doğru ilerliyorlar. Son zamanlarda sık sık gördükleri bir fotoğrafın önündeler.
-Bak o adamın başka bir pozu. Kardeşim Charlie Chaplin diyor.
…
-Bıyığının başka yeri de Charlie Chaplin’e benzese ya!
Fotoğrafın altındaki ismi birlikte heceliyorlar.
ADOLF HİTLER…
-Seçimlerde herkesin kendisine oy vermesini istiyor. Yahudilere dur diyecekmiş… (s.6)
Daha ilk sayfada, hafızanız 1933 Almanya’sından günümüze, Erdoğan tarafından istenilen 550 yerli ve milli vekile sıçrayışını yaptı mı? Kimleri durdurmak için istenildi o vekiller?
Her şey sıradan gibi görünse de Anna günlük hayatına sinen gerginlikleri hissetmektedir, ama anlam verememektedir çocuk aklı çevresinde olup bitenlere.
Anna eve girer. Ağabeyi Max ile arkadaşı Gunter, kendisini görünce bir şey saklarlar. Saklanan bir rozettir. Anna, ısrarı sonucunda rozeti görür. “Kara, çengelli haçla bütünleşmiş, ufak, mineli bir şeydi(r).” rozet (s. 10). Max, rozeti okulda Sosyalistlerle, Naziler arasında çıkan kavgada almış. Sosyalistlerle, Naziler kimlerdir?
-Kocaman bir kız oldun. Daha Nazilerle Sosyalistleri bilmiyor musun? Naziler, Hitler yanlıları. Sosyalistler de onlara karşı çıkanlar. Biz Sosyalisttiz. Hitler’e oy vermeyeceğiz? (s. 10)
Anna’nın hayatı, “oy” ve “Hitler” sözcükleriyle çevrelenmeye başlar. Anneleri, ağabeyi Max’ın, Naziler’le yaptığı kavgalardan dolayı kaygılıdır.
Çünkü ortada mertlik sorunu vardır.
-Haklısın, onlar erkekçe dövüşmüyorlar ki. Taş, değnek, bıçak, zincir, ellerine ne geçerse kullanıyorlar (s. 10).
1933’ün Almanya’sında yaşanan mertlik sorununda hafızanız, Beyoğlu’ndaki palalıya mı, Gül Kitapevi’ni yakanlara mı yoksa cansız bedeni sürüklenen Hacı Birlik’e mi atlayışını yaptı?
Seçimlere on gün vardır. Bir sabah uyandığında Anna, babasını yatağında bulamaz. “Masa düzgün ve yatağı topluydu, ama o yerinde yoktu…” (14). Anna’nın babası nerededir? Bildiniz değil mi? Seçimleri Hitler’in kazanma ihtimalini düşündüğü için ülkeyi terk etmiştir, Anna’nın babası.
-Yahudi olduğumuz için mi anne, diye soruyor Anna.
Annesinin cevabı, küpe olarak ulusalcılara gelsin.
-Hayır yavrum. Tek neden o değil, baban diyor ki, “Bundan sonra ne kimse düşüncesini açıklayabilecek, ne de ben yazı yazabileceğim.” Naziler kendi düşüncelerinin dışında düşünce tanımıyorlar (s. 16).
Anna’nın çilesi bu andan itibaren başlar. Babasıyla ilgili gerçeği saklamak ve her bir ihtimale karşı eşyalarını toplamak zorundadır. Eşya toplayan bir çocuk için en zoru tabii ki oyuncak seçmektir. Pembe tavşanla, tüylü köpek meselesini biliyorsunuz.
Seçimlere kadar olan on gün, film hızıyla akarken bir gece yangın araçlarının sesleriyle uyanırlar. “Düzinelerle aracın çığlıkları dört yanı sarmıştı. Pencereden başlarını uzattıklarında etraf kıpkızıl olmuştu. Sabahleyin herkes Meclis binasının yandığını konuşuyordu. Naziler, ‘Yangını solcular, komünistler çıkardılar. Böylesi büyük terörlere, ancak Naziler karşı koyabilir. O halde seçimlerde oylarınızı bize verin.’ diyorlardı. Oysa yangını çıkaranların Naziler olduğunu duymayan kalmamıştı.” (s.26).
Hafızanız, sıçrayışını aniden 10 Ekim saat 10.04’e yaptı değil mi?
“Hoşçakal babamızın odası, hoşçakal merdivenler, pencereler, mutfak!” (s. 27).
Evet, tahmininiz doğru. Hitler seçimi kazandı. Anna, ağabeyi ve annesi de ülkeyi terk ediyor. Hava soğuk. Üşüyen ruhları mı yoksa bedenleri midir? Tren yolculuğu başlasa da gidişlerini kısa bir tatil gibi algılarlar. Döneceklerdir en kısa zamanda. Naziler’in ne kadar kötü olabileceğiyle ilgili fikirleri yoktur henüz. Zürih’te babalarıyla buluşurlar. Kısa tatil uzadıkça uzar. Geride bıraktıkları ülkeleriyle ilgili sık sık mektup alırlar. Naziler, muhaliflerin kişisel eşyalarına el koymaya başlamıştır.
Anna, piyanonun, çiçekli mutfak perdelerinin ve yatağının zorla alınışını düşledi… Tüm oyuncaklarının “Pembe Tavşa”ının bile… Bir tavşan için korkunç bir üzüntüye kapıldı…
Max:
-…Şu anda Hitler “Yılan oyunu” oynuyor gibime geliyor.
Anna ilkin güldü, sonra donuklaştı.
-Ve benim pembe tavşanımı sokuyor (s. 48).
Naziler’le ilgili alınan haberlerden sonra ülkelerine dönemeyeceklerini anlarlar. Ağabeyinin de Anna’nın da okula başlaması gerekmektedir. Anna okula başlar. Okul dönüşünde annesi:
-Okulu nasıl buldun kızım, diye sorar.
-Eh idare eder. Erkek ve kız öğrenciler sanki birbirlerine küs, konuşmuyorlar (s. 52).
Anna’nın, Zürih’te başladığı okulda dil sorunu yoktur, ama kültür sorunu vardır. Kız ve erkekler öğrencilerin yan yanayken görünmez bir duvarla ayrık yaşamalarına alışamaz. Yaşadığı kültür şokuna, Almanya’dan gelen babasının arkadaşı Julius Amca’ın anlattıkları eklenir.
Anna:
-Ne kitapları? Naziler’in yalnızca eşyalarımızı aldıklarını sanıyordum. Kitapları yaktıklarını bilmiyordum.
Julius Amca:
-… Naziler memlekete kocaman bir meydan ateşi yaktılar. Ve buldukları her değerli kitabı ateşe attılar… (s. 53-54).
Anna, İsviçre’de yaşadığı kültürel şok sadece kız öğrencilerle, erkek öğrencilerin birbirlerinden yalıtık yaşamalarıyla sınırlı değildir. Bir erkeğin, bir kızı beğendiğinde gösterdiği tutum da vardır. Anna, kendisini beğenen erkek ve grubunca küçük çakıl taşlarıyla taşlanır. Taşlar, çakıl da olsa canını yakar ve bu davranışa anlam veremeyen Anna’nın ruhunu yorar.
-Buraların geleneği böyle, birini severlerse ona bir şeyler atarlar? (s. 63).
Anna yaşadıklarına anlam vermeye, babası da yazdıklarını yayınlatmaya çalışır. Anna on yaşına başka bir ülkede girerken, yüz yaş yorgundur. Ülkesini ve eski yaşantısını özler, ama…
-Göçmen demek, vatanını terk eden mi demektir?
-Başka ülkede sığınak arayan demektir (s. 68).
Anna, göçmen sözcüğünün getirdiği gerçeklikle yüzleşirken başka bir gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalır.
-Eğer İsviçreliler Nazi korkusundan yazılarımızı basmamayı sürdürürlerse zorunlu olarak kendimize başka bir ülke arayacağız… (s. 69).
Tekrar valizler toplanır. Tekrar tren yolculuğu başlar. Fransa’dadırlar artık. Dil sorunu, fakirlik ve çıplak gerçeklikler hayatlarının bir parçası olur.
Göçmenlerden bazıları, İngiltere’de filmlerde iş bulmuştu. Eskiden varlıklı kimileri ise şimdi ekonomik güçlük içindelermiş. Eşleri evlere temizliğe gidiyormuş. Tanınmış bir profesör tutuklanıp toplama kampına gönderilmiş. Anna kampların Hitler’e karşı olanlar için yapılmış, özel kamplar olduğunu anımsayıp ürperdi.
Naziler onları bir köpek kulübesine zincirliyorlarmış. Köpek kulübesi toplama kampının ortasındaymış. Orada bağlı olan profesör, her gelip geçene havlamak zorundaymış. Önündeki çanağına atılan kırıntılara eliyle dokunmak yasakmış. Ağızıyla, diliyle yiyecekmiş.
O tanınmış profesör, geceleri köpek kulübesinde yatardı. Zincir ayağa kalkmasını engelleyecek biçimde kısaydı. İki ay sonra profesör delirmişti… Yine aynı köpek kulübesinde aynı zincire bağlıydı. Üstelik gelen geçene küçük bir fino gibi gerçekten havlıyordu. Ama artık o bunun bilincinde değildi (s. 86).
Anna’nın dinledikleri karşısında gözü kararır, soluk alamaz olur. Ya siz? Gözlerinizde kararma mı oldu yoksa canlanma mı? Diyarbakır Cezaevi gerçeğini mi hatırladınız?
Suriyeli göçmenleri, geçmişte de dilenci olduklarına kendilerini ikna edip kestirmeden ötekileştiren insanlara ve çocuklarımıza, Suriye’nin ilk astronotunun da ülkemize sığınmak zorunda kaldığını hatırlatır mısınız?
“…dönecek bir vatanım da yok” (s. 169) gerçeğini içinden geçirerek Fransa’ya elinden geldiğince uyum sağlamaya çalışırken Anna, anlayamadığı “devalüasyon” gerçeği kendisini başka bir ülkeye doğru yolculuğa çıkarken bulmasına sebep olur.
Vatansızlıkta sığınağı olacağı son durak İngiltere olur, Anna’nın.
Kitap devam edecekmiş gibi bir sonla bitiyor. Yaptığım araştırmada hissimde yanılmadığımı anladım. Devamında iki kitap daha varmış. Judith Kerr’in kendi gerçek hayatından esinlenerek yazdığı “Hitler Oyuncağım Çaldı” adlı eser, “Barış Gelene Dek” ve “Bir Aile Karşılaşması”adlı eserleriyle devam ediyor.
Faşizm, öteki, göçmen ve yandaş olgularını, şiddetten uzak, günlük yaşamdan örneklerle çocuğunuza anlatabileceğiniz, anlatırken çocuğunuzun dilini ve dünyasını yakalayabileceğiniz ve sizlerin de okuyabileceği bir kitap, “Hitler Oyuncağımı Çaldı”.
Çocuklarımızın ve sizlerin bu kitapla buluşması umudumla. Keyifli okumalar… (ED/YY)