Çocukluğumuzda şimdiki gibi kesintisiz yayın yapan yüzlerce televizyon kanalı yoktu tabi ki. Akşam saatlerinde “Abdurrahman Efendi… Efendi… Attan düştü geberdi…” diye tempo tuttuğumuz jenerik müziğiyle başlamasını beklediğimiz TRT vardı sadece. Başlamasını beklemek her ne kadar keyifli olsa da bitiş anındaki yapılan askeri tören benim için bir kâbustu. Son haberlerin verildiği “Güne Bakış” programının ardından yavaş yavaş kalp atışlarım hızlanırdı. Birden ekranda askerler belirirdi. Komutanın davudi sesi “Uygun adıııım Marş! ”Askerlerin ayaklarını yere var güçleriyle vurarak çıkardıkları postal sesleri kulağımda yankılanırdı. Rap rap rap! Yine komutanın sesi “Kıt’a dur!”, “Tüfeeeek omza!”, “Yerlerinize Marş! Marş!” diye azarladığı askerler bayrak direğinin yanına gelir. Komutan “Rahat!” diye bağırır ama asla rahat olamazdı askerler, peşinden hemen bir “Hazır ol!”. Hep ‘hazır’lardı zaten. Sonra başlardı İstiklal Marşı’nın müziği yankılanmaya. Ama o ana kadar ben korkudan nereye saklanacağımı bilemezdim. Hep kulaklarımı tıkardım komutanın o sert sesiyle birlikte postal seslerinden. Bazı garip komşularımız komik göründüklerinin farkında olmadan, evin içerisinde ayağa kalkıp, marş bitene kadar saygı duruşunda bulunurlardı. Sonrasında ekranda beliren karıncaları görene dek…
Çok geçmeden 1980 darbesi ve o televizyon ekranında korktuğum askerler bu kez sokağımızdaydı. Kapının önüne oyun oynamak için çıktığımızda yine o bağıran komutanın sesi kulağımda “Girin içeri!”. Evimize hapsolmuştuk. Tıpkı bugün Cizre’de, Silopi’de Suriçi’nde evlerine hapsolan çocukların olduğu gibi. Oldum olası o ses ve üniforma korkutmuştur beni. Tek tip giyinen herkesin tipi de sanki tektir, ifadesizdir. Hepsi aynı tornadan çıkmış gibi. Çevik kuvvet polisleri yine aynı şekilde. Sanki insan değil de kurulmuş makine, robot gibi bir şeyler. Hisleri, duyguları olmayan, uyumayan, acıkmayan, ağlamayan, gülmeyen, seni duymayan, canlı oldukları iddia edilen varlıklardı. Konuştuklarında bile emir kipi kullanarak, sadece kısa talimat cümleleri kuran yaratıklardı onlar.
Son günlerde yine ekranlarda görmeye başladık. Amerikan filmlerindeki askerlere öykünen bir ordu gibi. Görüntüler Cizre’den. Film platolarını andıran yakılmış, yıkılmış binaların bulunduğu sokağa giren askerler, bir evin etrafını sarıyor. Yine o TRT’deki komutanın sesi yankılanıyor: “İstikametimizdeki, sıradaki ev baskı ateşine alınacak!”, “Dikkattt!, Damın emniyetini al!” “Hayrullah kapıda bekle! Kapı emniyetini all!” sonrası yine silah sesleri. O çocuklar korkmuyorlar mı onlardan, ben sadece talimat seslerinden korkarken onlar bombardıman altında. Hatta o sesler aşırı basınçtan iç organlarını bile zedeliyormuş insanın. O sesler ve o üniformalar her zaman devletin varlığını hissettirir. Askeriyede, cezaevinde, karakollarda çıkar karşımıza ve korkutur bizi. Yine o çocukluğuma döner, saklanacak yer ararım. Hep ‘emniyetiniz, can güvenliğiniz…’ diye başlayan cümlelerin bizler için hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Hep sanki tam tersidir bizler için. Yoksa o dedikleri şeyleri bizlerden mi koruyorlar? Neyse, ne dedim ben? Devletin varlığından korkuyorum, korkuyoruz velhasıl.
İnsan vücudunun sağlığıyla ilgili çok yerinde bir tanımlama hatırlıyorum. Eğer organlarınız sağlıklıysa hiçbirini hissetmezsiniz. Varlığını hissetmeye başladığınızda orada bir problem var demektir. “Neren ağrıyorsa canın orada” derler ya. Sanırım aynı tarif devlet için de geçerli. Eğer sağlıklı ve huzur veren bir devletiniz varsa varlığını hissetmezsiniz. Varlığını hissediyorsanız devletiniz sorunludur. Biz devletin varlığını hissediyor muyuz? Neredeyse her an. Çünkü canımızı acıtıyor. Problemi var mı? Ne siz sorun ne de biz söyleyelim.. Peki çözümü var mı? Et kokarsa tuzlarsınız, peki ya tuz kokarsa?
Seni hissediyoruz Devletlûm (!), canımızı yakıyorsun, öyleyse varsın… (BD/HK)
* Fotoğraf: Anadolu Ajansı - Cizre