Selim Evren'in "Herkes Yerli Yerinde, Savcı Hariç" başlıklı yazısının ilk bölümü için buraya tıklayınız.
Savcılar
Kenan Evren'e dava açan savcı görevden alınmıştı. "İyi çocuklar"ın gerçekte çete olduğunu ve çetenin ucunun da pek yukarı çıktığını gösteren savcı da görevden alındı. Cumhuriyetçi tutkularını terk etmemiş bir hukukçu olduğu iddianamesinden buram buram yansıyan Başsavcı ise büyük olasılıkla, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) çoğunluğunun çıkardığı bir Anayasa değiştiren yasayla "yetkisiz" kılınacak.
Bütün bu hengame içinde, iddianamesinde "mevcut hukuk sistemine göre hukuken geçersiz ya da kıymetsiz" olduğu ileri sürülebilecek tek bir satır bulunmayan bir Başsavcı'ya medyanın yakıştırtıklarını okudukça, bir hakikat iyice görünüyor oluyor:
Başsavcı, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına bakmış, bu çerçevede AKP Hükümetlerinin icraatlarını izlemiş ve eğer AKP'nin tek parti iktidarı kurduğu gerçeği olmasa, anlamlı olabileceği (sonuç alabileceği) su götürmez davayı açmıştır.
Bu davayı açan savcının, "iyi çocuklar" gibi müsamaha görmeyeceğinden emin olabiliriz. Görmeyecek, çünkü bu davayı açan sadece ve sadece "cumhuriyetçi tutkularından vazgeçememiş" Kemalist devlet geleneği içinde yetişmiş bir hukukçu. Kimse kimseye ittihatçı masalları anlatmasın; bazıları, "ergenekon masalı" bile uydurdu, yanlış ve komik.
İlla o dille konuşacaksak, söyleyelim, medyanın tutumu ile açığa çıktı ki, mağdur AKP değil, savcı. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) varken İttihatçı gemisi de yürümez; Fethullahçı gemisi yürür. İttihatçı masalı anlatan, safdil bir liberal değilse, Fethullahçıdır.
Bazı savcılar yalnızdır, ABD-AKP-TSK ise kol koladır.
Dava
İddianamede "hukuken geçersiz ya da kıymetsiz" olduğu ileri sürülebilecek tek bir satır yok derken, kastımız pozitif hukuk. Refah Partisi'nin ve Fazilet Partisi'nin kapatma kararları okunursa ne dediğimiz kolayca anlaşılır. "Bu hukuk, anti-demokratik" diyene ne denebilir ki, ne sanıyordunuz? Ne zaman demokratik oldu ki? HEP-DEP-ÖZDEP, TBKP-SP-Emek Partisi'ne uygulanırken demokratik olduğunu mu düşünüyordunuz? Bu nasıl bir ahmaklık.
Pozitif hukuk çok basit:
Anayasa Mahkemesi demişti ki, "Türban siyasi simgedir", "Siyasi İslamın siyasi simgesi ve hegemonya aracıdır, siyasi İslam da laik rejime karşıdır, laik rejim için yakın tehlikedir."
Şimdi bir parti hem de Anayasayı bu "Siyasi simge için değiştirirse", bunu değişiklik gerekçesine açık açık yazarsa, sonra da Genel Başkanı "Velev ki siyasi simgedir" derse, Milli Eğitim Bakanı işi gücü bırakıp Kur'an Kursu, Açık Lise'yi İmam Hatiplilere açma yönetmelikleri ve genelgeleri ile uğraşırsa, bir başkası "başörtüsünü çıkar demek donunu çıkar demekten farksızdır" derse, bu arada bu partinin her ileri geleni her önüne gelene "Sabırlı olun, bu işler adım adım olur" diye telkinde bulunursa, yeni YÖK Başkanı Danıştay'ın iptal ettiği illa da türban takılacak genelgesi çıkarırsa, üstelik Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, "yakın tehlikeyi" geniş yorumluyorsa, Başbakan AİHM'e "ulemaya sorun" diye efeleniyorsa yetmiyor "üç çocuk yapın" fetvası veriyorsa, Sağlık Bakanı aile planlaması merkezlerini kapatmaya kalkıyorsa ve bunu fiilen yapıyorsa, belediye başkanları iş ilanlarında "imam hatip mezunu" arıyor belediyeler türbanlı kamu personelinden geçilmiyorsa, bazı devlet hastanelerinde haremlik-selamlık çoktan kurulmuşsa, cumhuriyetçi tutkularından kurtulamamış bir savcı ne yapabilir ki?
Birileri O'na "Kötü çocuk mu iyi çocuk mu" diyecek diye düşünecek hali yok ya, dava açacak.
Savcılar dava açar. Bazen, zamansız da olsa, işleri bu. Bana sorarsanız, elbette pozitif hukukumuz demokratik değil. Fazlası var: AKP pozitif hukukumuzdan da anti-demokratik. Benim de dahil olduğum, egaliberter (eşitlik ve özgürlükçü) geleneğin, biçimsel demokrasi, biçimsel özgürlük görüşleriyle arasında esaslı bir mesafe var. Ve bu gelenek, zinhar, sermayenin huzursuz hizmetçileri "yerli otokratlar"ı aydınlanmacı falan diye kendi cephesinde saymaz; o mesele yıllar önce Kızıldere'de kapanmıştı.
Ne olacak?
Yine de, söylemekten çekinmiyorum: Yakın dönemde yazılmış, rejimin gerçek yüzünü gösteren ikinci siyasi iddianame bu. Başsavcı, ABD-AKP ilişkisini, Büyük Ortadoğu Projesini iddianameye sokmuştur. Böyle diye, kimse boşuna fal bakmasın. Ne genç subay vardır bu ülkede, ki olması da hayra alamet değildir zaten; ne de başka bir şey. Olan, sadece ve sadece cumhuriyetçi tutkularından vazgeçememiş aydınlanmacı bir savcı.
Hepsi bu kadar ve hiçbir şey olmayacak, hatta "demokrasimiz büyük bir zafer kazanacaktır". Hangi demokrasimiz? İddianamede var: "Bir özgürlük algısıyla topluma sunulan türbana karşılık ülkemizde kadınların yoksulluk ve aşırı dinsel taassup nedeniyle ataerkil erkek egemenliğine tabi oldukları, bu ve benzeri nedenlerle yüksek öğretim hakkından yararlanamadığı toplumsal bir gerçektir."
İddianamenin tespit ettiği üzere, yoksulluğu, aşırı dinsel taassubu ve ataerkil erkek egemenliğini olanaklı kılan "kapitalist demokrasimiz" büyük bir zafer kazanacak.
Öyle büyük bir zafer olacak ki, sonunda, siyasi İslamcı burjuvazinin haremi lüks arabalar içinde gezip türbanlı defileler izlerken, biz ezilenler daha da yoksullaşacağız, laik üniversitelerimizin (gerçekte hiçbir zaman akademik özgürlüklerin geliştiği yerler olmadığından) bu kadar hızla hem de gönüllü olarak medreseye dönüşmesini hüzünle izleyeceğiz, kapatılan Ayşe'lerin kapandıkça başkalarını da kapatmak için gösterdiği azme hayretle bakacağız..
Ama şu değişmeyecek: Altangiller ve benzerleri, liberal demokrasimizin Avrupa Birliği yolundaki meşakkatli gelişmesine rehberlik etmeye devam edecek.
Başsavcı da elbette, görev süresi bitince, emekli olacaktır. Savcılar hariç, herkes yerli yerindeyken, daha ne olsun?
Ya biz?
Bense, 2002'de söylenenleri "biz"e tekrar ediyor olacağım: "Biz"e, yani sosyalist sola gelince. Şimdilik, Küçükömer'i dinlemek, "geleceğe bakmak, ama bugünden bakmak", "yoksul evlerde milyonlarca çocuğun sinirli, hırçın, problemli yetiştiği yurdumuzu görmek" zorundayız.
Mesele, Türkiye'nin Batı'laşamayacağını (kapitalizmle bütünleşse de kapitalizmin merkezi olmadığını) akıldan çıkarmamak ve geleneksel politik toplum ve bütünleştiği sermaye kesimleri karşısında (yani kapitalizmin Türkiye'deki somut biçimi karşısında) işçi sınıfının siyasal bağımsız hareketini bütün bir halk hareketinin merkezine oturtmak.
Bana gelince, şimdilik, "Yakup Kadri üstadın Sodom ve Gomore'sini okumaya gidiyorum". Sonra da, bir sivil toplumcuya, AKP'nin sivil toplumunun muhafazakar ortak aklının (müzakereye dayanan kamusal akıl olarak) ortak iyiyi (dolayısıyla yasamayı, kamusal gücün kullanımını) belirlemesi karşısında ne yapmayı düşündüğünü, bunun aslında bir tür çoğunlukçuluktan ne farkı olduğunu, müzakere alanının toplantı salonlarına çekilmesinin (başı açık kadınların başörtüsünün toplumun ortak iyisi olduğunu savunmasının) neyi değiştirdiğini soracağım.
Bana müzakere sürecine katılarak demokrasinin sınırlarını genişletme olanaklarından, AKP'nin müzakere yanlısı olması ihtimalinden, cumhuriyetçi ve akılcı tutkularımı terk etmem gerektiğinden falan söz ederse, "ne halin varsa gör" diyeceğim ve belki birileri okur diye sınıflı bir toplumda, hele hele Doğu'da, yurttaşların eşit müzakeresinden ve bundan doğacak ortak iyiden söz eden birinin, İslamcı-Doğucu halk kesimlerini mistisizme mahkum eden bir ahmak olduğunu yazacağım.
Altı sene önce denmişti, bazıları türban baskını sırasında fark eder gibi oldular. İddianameden sonra unutacaklarını bildiğimden aktardım. Bir altı sene sonra da, "biz" değişmezsek eğer ve tabi matbuatımız da kalırsa geriye, aynısını tekrar edeceğimden neredeyse eminim. Neredeyse... (SE/GG)