Zamanla boy mu ölçüşüyoruz, yoksa boyumuzun ölçüsünü her defasında alıp zamanın çürüttüğü yanlarımızın acısıyla bir köşeye mi siniyoruz.
Bir kez daha ilk sözcüğü bulup devamı gelecekmiş gibi üç noktayı koymak, ne de çok zormuş... Ama yine de her şeye karşın, baştan almak, bir daha, bir kez daha denemek gerekiyor, bir başka, bambaşka çaremiz yokmuş gibi.
Şimdi eskimiş olan, artık bir anıya dönüşmüş olan sözcüklerimizin de yardımıyla -kayıp hayatlar yaşanıyorsa sözcükler eskimeye başlar o vakit- bir başlangıcı ve sonu yokmuşçasına ayların en güzeli, en sancılısı, en hüzünlüsü, en utangacı, en mağruru olan, her şeyin ve bir şeyin başladığı anları kendinde biriktireni için demiştik ki bir vakitler önce;
"Başıboş, başı dolu neşemize eşlik eden, kulak verdiğimizde acıya dönüşüveren 6'lı ve 7'li günlerimizin güz sancılı hüzünleri ondadır...
Toprağa düşen bulutun gözyaşısı ondadır...
Usulca gelip insanı bulan ayrılığın hüzünleri ondadır...
Akıp giden hayatın içinden öyle aniden beliriveren, bir kadının getirdiği özlem dolu sabahların tarifsiz hüznü ondadır...
Durağanlaşmaya, dinginleşmeye, sessizleşmeye başlayan her şeyin ve bir şeyin ilk halleri ondadır...
Kanat çırpmaya başlayıp uzak kentlere doğru gitmesini bilen kuşların ilk gitme halleri ondadır...
O kuşlar da göçüp gidince, önce bir bir, sonra hep birlikte yeryüzü toprağına düşmeye başlayan yaprakların sahibi ağacın kimsesizliği ondadır...
İnsan yüzlerini öpmesini bilen rüzgârın o hoş, o sıcak, o savruk ürpertisi ondadır...
Kışın karlı soğuk ayazında bütün suçluluğunu bilmeye başlayan yoldaşı ağustos böceğine kapıyı açmayan vefasız karıncanın yuvasına çekilmeye başladığı yürümelerin ilk adımları ondadır...
Kendisine hayatta yer açıldı diye usulca gelip ayaklarınızın dibinde uykuya dalmaya başlayan bir kedinin hırıltısının sesleri ondadır...
Gelmesini istediğimiz, ama gelmeyen, bir türlü gelmek bilmeyen ve olmayan barış(ımız)ı kutlamaya başladığımız gün de ondadır...
İşte biraz çok biraz az böyledir ayların en güzeli, en sancılısı, en hüzünlüsü ve en utangacı olan Eylül..."
Ve eklemiştik;
"Derler ki bütün mevsimlerin amacı da Eylül'e varmakmış... En çok da yaz varmak istermiş... Bunun için önüne ne çıkarsa süpürürmüş Eylül'e doğru... Çünkü onun aklı Eylül'deymiş... O, Eylül'e sevdalıymış..." diyerek önce Piraye'ye sevdalı Nazım'ın Eylül'üne, oradan kendi kendine kalmalarında, kimsesizliğinde, kendince tutunmak ona, kendince düşlemek adına "...Dedim ya... Eylül’dü / Savruluşu bundandı kimsesizliğimizin" diyen Cemal Süreya'nın Eylül'üne, oradan da kırları, tahta masalı kahveleri seven, ömrü hapislerde geçmiş, insanların hep kötü yanlarını görmüş, dinlenilmesi ve yazılması hep gecikmiş, hep zedelenmiş bir yaşam olan Yılmaz Güney'in Eylül'üne varmıştık.
Her şeyden biraz kalır ya tamamlanması için, Eylül’de biraz böyleydi, biraz öyleydi, biraz hüzündü, biraz sancıydı, biraz ayrılıktı, biraz özlemdi, biraz hasretti, biraz Nazım'dı, biraz Cemal Süreya'idi, biraz da Yılmaz Güney'di ya... Artık biraz da Yılmaz Güney'den bize kalan yol arkadaşı Tuncel Kurtiz oldu.
Bazen kader önden gider, insanı da çekiştirip durur ona yetişmesi için... Onunki de öyle oldu.
Bir vakitler, o vakitler küsmüştü herkese ve bir şeye... Nasıl bir küslük ki bu alıp başını kendini sürgünlüğe vurmuştu... Nasıl, nasıl oldu da bir çırpıda karar vermişti buna be aradaki ömürleri silip atarak.
Kolay değildi onun için... Yol arkadaşını, insanın içine işleyen çok yalın sesiyle, her anlatışında gözleri dolarak görmesini bilen gözlere ve duymasını bilen kulaklara "ben ondan size kalanım" dediği yoldaşını, bir parçasını, Yılmaz Güney'ini yitirmişti... Kolay değildi hani, kolay değildi onun için... O, onun acısına, yok sayılmasına, vatan haini ilan edilmesine, sürgünde yaşamını yitirmesinin acısına dayanamayıp küslüğünün sürgünlüğüyle sessizliğe vermişti kendisini.
Kaderi bu ya, çekiştirip duruyordu onu.
Bir gün ansızın çıkageldi... Gittiğini kimseler nasıl ki bilmediyse, geldiğini de kimseler bil(e)medi... Ne vakit, "Tut yüreğimden ustam tut... Tut beni, sür güne..." diye seslendiğinde "Ramiz Dayı" diye bilmeye başladılar onu ve öyle seslendiler ona... İşte bu kadar geç kalmıştık ona.
Oysa o, "Paran olunca her bir iş iyi olur... Paran olunca kebap yen, paran olunca tatlı yen, şarap içen, iyi yataklarda yatarsın... Parası olunca adam kuvvetli olur... Parası olunca adamın evi, avradı olur, evinde tenceresi kaynar, çocukları olur... Paran olmadı mı iyi değel, dünyada senden kötüsü yoktur, senden pisi yoktur, her yerden kovarlar seni... Fakirin yüzü soğuktur... Niye soğuktur Cabbar gardaş? Parası yoktur da ondan... Mesela kış gününde, günün en soğuk vaktinde, cebinde paran olsa üşümezsin, hamamdaymış gibi terlersin... Amma velakin para olmadı mı yaz gününde üşürsün... Neden? Çünkü para adamı sıcak tutar... Sıcak, Cabbar gardaş..." diyen, faytoncu Cabbar'ın umutsuzluğuna umut olan Hamal Hasan'dı.
O, belki suskun gökyüzünde bir ay belirir de Allah'a doğru avuçlarını açmak isteyen "Allah’ım, beni daha iyi bir hapishaneye yolla" duasının düşünü kuran Şişko’nun, Şaban’ın ve "Burası dördüncü koğuştur benim abim / Bak, camları yoktur, kırıktır / Ne bacası tüter ne de sobası." diyen çocukların Tonton Ali'siydi.
O "hikâye adam"dı... Hikâyeleri vardı... Adım başı, adım adım hikâyeler... Her yanı hikâye doluydu... Ne tarafa baksa, ne tarafa dönse hikâyeydi o... İnsan yüzleri hikâyeydi ona... Anlamlı bütün yüzler ona hikâyeydi... Onun ki "inat hikâyeleri"ydi.
Kaderi bu ya, çekiştirip duruyordu onu durmadan.
Her şey yıllar öncesinin bir tekrarı gibi oldu... Gene gitti… Bu kez dönecek başka yerleri olmadığı için sinemaya, tiyatroya, şiire, insana ve onun hikâyesine veda edip gitti, hem de bir daha dönmemek üzere.
Artık o da yok... O da gitti... O da Eylül’de gitti… O da o güzelim atlara binip gitti... Şimdi o gitti ya, bize Yılmaz Güney'i gözleri dolarak kim, kim anlatacak bir daha, insanın içine işleyen o sesiyle... Ve biz kimden dinleyeceğiz onu.
Eski bir sözcüktür bu… Belki bilirsiniz, belki bilmezsiniz... Belki duymuşsunuz, belki duymamışsınız... Belki okumuşsunuz, belki okumamışsınız... Belki görmüşsünüz, belki görmemişsiniz... Nepal dilinde "nameste" hem hoşça kal hem de merhaba anlamına gelir... Yani her gidenin bir gün mutlaka döneceği anlamına gelir.
İşte yitip gidiyor ezgisi hayatın, kimseleri de beklemeden… Gene geldi sonbahar... "Eylül toparlandı gitti işte... Ekim falan da gider bu gidişle"... Sanki her zamankinden daha da bir yalnızız şimdi. (KT/HK)