Şimdi ben yeni taşındığım bu evde, eksik gedik ne, hangi eşya nerede iyi durur, konsoldan artık vazgeçsem de şu köşeyi daha mı ferahlatsam, hazır yeni ev, 10 yıldır gıcırdayıp duran, yayları batan şu yatağı da mı yenilesem deyip duran taze göçebeler gibiyim.
Yerini yadırgayıp otel odasında ya da konuk olduğu evde uyuyamayanlardan, alçak yastık olmazsa sabahı sabah edenlerden, duvar dibine sokulmazsa uykuda düşeceğini zannedenlerden değilim ama… Yine de yerleştiği evin, ilk kez kaldığı odanın/yatağın sağını solunu iyice inceleyenlerden, yeni mekan, yeni ev kokusunun ona neyi çağrıştırdığını buluncaya, merakını giderinceye kadar sayıklayanlardanım. Galiba.
Kalemimi alıp göçtüğüm bu yerde ne desem, ne icat etsem de açılışı/merhabayı tık nefes bir yazıyla yapmasam… Heyecan azat etse beni, endişe gölge etmekten çekilse, iyi insanların çağırdığı, kucak açtığı bu yerde nicedir boğumlara saklayıp içimi şişirmiş cümleler nefes olup çıksa… Romantikliği bırakıp tutukluğu yırtıp çalakalem dalsam ekrana. Kafa göz, Allah ne verdiyse girişsem, kılıç mı keskinmiş yoksa kalem mi göstersem, oh be desem sonra, oh! Üstüne bi de cigara tellendirsem…
Şimdi bu yeni geldiğin evde, yan pencerede tanıdık bir yüz görüyorsun mesela. Fotoğrafının üzerinde de tanıdık bir cümle. Senin röportajda ilk sorduğun soruyu, savcılıkta sormuşlar ona, benim gibi dümdüz yüzüne bakıp ‘ne işin var Soma’da’ dememişler de yandan dolaşıp ‘Soma civarında görülmüşsün, ne iş” demişler.
Hah işte, gülümsemeye başladın nihayet, her zamanki İzmirli kahkahalarından atmaya hazırsın. Bu soruyu o söyleşide soran sana ciddiyetle cevap veren Selçuk Kozağaçlı’nın savcılıkta yüz ifadesini gözünün önüne getiriyorsun çünkü; e gülüyorsun haliyle.
Diyorlar ki ona, ‘Soma’da bir evin çevresinde dolaşıyormuşsun, niye?
Selçuk Kozağaçlı da “O evin çevresinde dolaşmadım. Zaten o evde Soma davasının duruşmaları sırasında hep misafir oldum. Ev de ÇHD’den bir meslektaşımın ayrıca. Ayrıca ben Soma davasında mağdur ailelerinin avukatıyım” diyor.
“Soma’da dolaşmayacağım da nerede dolaşacağım kardeşim, meslektaşımın evinde kalmayacağım da nerede kalacağım birader, ben en iyi yürürken düşünürüm, yürüyüş bandına mı çıkaydım” demiyor. Ama yüzü, ama o yüzü… Kim bilir neler diyor? Söylenmemişleri de duyar ya dünyaya benzer yürekten bakanlar, aynı kalp atışında buluşanlar… Sen de duyuyorsun yazılmayan/söylenmeyen sözleri. Gülüyorsun haliyle…
E hadi açıldın bak, hadi biraz daha gayret.
Filmi başa sarıp, 301 canın gömüldüğü kara günden 7 gün sonrasına gidelim o zaman. Ne yapacağımızı, nasıl yas tutacağımızı, yas bile tutamayanlara, travmadan travmaya geçenlere nasıl yardım eli uzatabileceğimizi bilemediğimiz ama yerimizde de duramadığımız günlere.
İki genç meslektaşım Fırat ve Mehmet yanımda, birebir aynı yüz ifadelerimizle gidiyoruz Savaştepe, Kınık, Soma acı üçgeninden Soma’ya. Ölüm ocağı orada. Acının merkezi; önce soğuk hava depolarında, kimlik tespiti yapılmış, sonra sıra sıra çukurlara gömülmüş ölüler, kurumuş gözleriyle mezarlıklardan ayrılamayan kadınlar, çocuklar orada çünkü. Selçuk Kozağaçlı da orada.
Nerede bir hak, bir adalet arayışı varsa orada ÇHD üyesi avukatlarla birlikte gördüğümüz ÇHD Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı, bu geleneği Soma’da da bozmadı… İzmir şubesinden meslektaşları facia gecesi oradaydı; sabahında da kendisi. İki gün sonra meslektaşlarıyla birlikte polisten dayak yedi, karga tulumba gözaltına alındı.
Gerekçesiz dayak ve gözaltı, gerekçesiz sona erdi, serbest bırakıldı. Yine de Soma’yı terk etmedi, çalışmalarına ‘dayak ertesi’ kaldığı yerden devam etti.
7-8 santimlik platin yerinden oynadığı için (ameliyat olması gerekecek) bir kolu askıda, bir bileği sargıda, bir kulağının arkası bantlı halde; başkasının yorgan döşek yatacağı durumdayken o hala Soma’da çalışmalarını sivil toplum kuruluşlarıyla sürdürüyordu. KHK’lar henüz yoktu, ÇHD henüz kapatılmamıştı. O da hala başkanıydı. Giriş sorum doğrudan şuydu:
“Önce, sizinle ilgili bir konuyu açıklığa kavuşturalım… Sanıyorum size en sık yöneltilen eleştirilerden biri bu oldu, ‘maden mühendisi değil, doktor değil, niye gitti Soma’ya’ dendi. Soralım biz de, niye buradasınız? Ne işiniz var Soma’da?”
Hafiften şaşırdı ama hiç duraksamadan cevapladı:
“Avukat burada ne yapar? Zor bir soru bu ama basit bir cevap verilebilir. Avukatı doğru tanımlarsak, halkın avukatlığını yapıyoruz; benim örgütüm Çağdaş Hukukçular Derneği 40 yıldır halkın avukatlığını yapıyor. Büromun bu yıl 25’inci yılı, 25 yıldır halkın avukatlığını yapıyoruz. Bizim temel ilkemiz şu; halkın bir adalet isteği, ihtiyacı var. Öldürüldüğü zaman, aç kaldığı zaman, barınaksız kaldığı zaman, işsiz kaldığı zaman ve rejimin kurduğu mekanizmalar karşısında, halk son derece güçsüz son derece sahipsiz. Halkın avukatları bu işi yapıyorlar. Ölümler başladığında, 17 rakamı telaffuz edildiğinde biz hızla İzmir şubemiz aracılığıyla gece buraya ulaştık. Avukatlar maden girişine geldiler ve kayıt tutmaya başladılar. Ne yapabilir avukat? Maden mühendisi değil, elektrik mühendisi değil, doktor değil, ne yapabilir? Şunu yapabilir: Doğru biçimde soruşturuluyor mu? Doğru biçimde kurtarma yapılıyor mu? Hukuksal ekonomik yükümlülükler yerine getiriliyor mu devlet tarafından? Sözde anayasal güvence altına alınmış yaşama hakkı, sözde uluslararası sözleşmelerle güvence alına alınmış kişi güvenliği tesis edilebiliyor mu kamu idaresi tarafından? Avukatın denetleyeceği, itiraz edeceği, sağlamaya çalışacağı bu. Bunun için buradayız öncelikle. “
Röportaj yapılıp yayınlandığında 23 Mayıs 2014’tü. 3 yılı aşkın süredir sürekli Soma’ya giden, canları gitmiş canları yanmış insanlara meslektaşlarıyla hukuki destek veren, onları hiç yalnız bırakmayan, duruşmaları hiç aksatmayan Selçuk Kozağaçlı’ya ‘Soma’nın çevresinde bir evde dolaşıyormuşsun’ denmesine gülersin haliyle. “Gözaltı sırasında şiddete maruz kaldığını, emniyetteki arama sırasında da sırtının ezildiğini, darp edildiğin”i okuyunca haberin devamında… Susarsın, kararırsın sonra.
Kozağaçlı’nın avukatları suçlamaların saçmalığıyla ilgili açıklamalar yapmışlar, ben de size durum fıkrası anlatayım. Aslında bu aralar bütün savunma avukatları için geçerli, biz Selçuk Kozağaçlı’ya ithaf edelim.
“Sibirya’da üç mahkûm oturmuş sohbet ediyormuş!
Birincisi, ‘Beni hapse atma nedenleri fabrikaya hep 5 dakika geç geliyordum, işi sabote edeceğimi düşündüler…’
İkincisi; ‘Beni hapse atma nedenleri işe 5 dakika erken geliyordum, ajan olduğumu düşündüler…’
Üçüncü; ‘Beni hapse atma nedenleri işe tam vaktinde geliyordum, Batı işi saatim olduğunu, AB ile gizli ilişkide olduğumu düşündüler...’
Hayatın suratı mahkeme duvarı gibi. Adalet gibi. Savunmasız bırakılmak istenen mağdurları savunmak için direnen avukatları birer ikişer cezaevine gönderen düzene, dün İzmir’den de bir isyan vardı. Adını ‘Bergama siyanürlü altın’ diye bilinen davayla yedi düvele duyurmuş sevgili Senih Özay, barodaki cübbe giyme töreninde, beyaz sakalları, ameliyattan yeni çıktığı için tutunduğu bastonu ama hiç değişmeyen o davudi sesiyle genç meslektaşlarına sesleniyordu:
“Avukatlık mesleğini yüceltecek şeyler düşünün, boş durmayın, dalga geçmeyin. Bir de hani hakim-savcı-avukat sac ayağı diye bir laf var ya. Bu söze sakın inanmayın, sakın! Onlar devletin memuru, iki ayağı. Siz avukatsınız, avukatlık başka bir şey, bambaşka! Anayasa’da savunmayı tarif eden apayrı bir avukatlık maddesi isteyin, bunun için çalışın, avukatlık böyle yücelir.”
Bambaşka avukatlık yapanlara, koruyup kollayan ‘demir leblebi’lere merhaba. Arkadaşları sorgulanırken, hukuksuz tutuklanırken avukatmış gibi yapanlara da –onlar kendini bilir- merhaba!
Hoş başladık, asabi bitirdik, yine de hoş bulduk… (GS/HK)