* Haberi doğru vermek için bilgi toplayıp teyit ettirmektense, haberi önce vermenin peşine düştüler.
* Telaş ve panik yarattılar, izleyenlere, özellikle de uçakta yakınları olan insanlara korkunç saatler yaşattılar.
* Hazırlıksızdılar, teknik bilgiden yoksundular.
* Gazeteciliği, bilgiye ulaşmak, gerçeği aramak değil, resmi yetkililerin vereceği bilgileri aktarmak olarak algıladıkları için geç kaldılar, çelişkili bilgiler verdiler.
Üç olumlu örnek
İzleyebildiğim kadarıyla bu genel yaklaşımların zaman zaman dışında kalabilen meslekdaşlarımız da, neyse ki vardı; örneğin, NTV hem İstanbul stüdyosundaki iki haberci-sunucusu Mirgün Cabbas ve Banu Güven ile Diyarbakır'daki muhabiri Nizamettin Kaplan, CCN-Türk'te Cüneyt Özdemir hem temkinli, hem sakin hem de kendilerinden emin sunumlarıyla başarılı idi. Herhalükarda tayin edici hata yapmadılar benim izleyebildiğim bölümlerde.
Büyük felaket Habertürk'te yaşandı ve Deniz Arman, her 5 dakikada bir, hem de gereksiz bir telaş ve heyecanla, çelişkili haberler verdi. 21.00'e doğru altyazıdan 73 ölü haberini geçti, o saatte doğrulatamayınca bu alt yazı kalktı. Arman, aslında iyi niyetli, yırtınıyor, çırpınıyor, ona buna bağlanmaya çalışıyor ama nafile. Mesela alt yazıya göre görgü tanığı olarak sunulan bir kişiye gördüklerini anlatmasını istiyor Arman, ama söz konusu "görgü tanığı", "Hayır ben görmedim, buradakiler öyle diyor, onlar da televizyondan seyretmiş" deyince, Habertürk'ün ondan bundan kopyalayıp yayına verdiği habercilik anlayışı iflas ediyordu.
20.30 ile 22.30 arasında yani kaza meydana geldikten sonraki ilk iki saat içinde Türkiye'de muhabirliğin, gazeteciliğin yapılamadığını gözler önüne seren onlarca örnek yayına geldi. Muhabirler olay yerinden, Ankara'dan, İstanbul'dan yayına giriyor, söyledikleri aynı şey: "Henüz resmi bir açıklama yapılmadı, şimdilik yeni bir gelişme yok, açıklama yapılınca size aktaracağız"!
Dahası, "Havaalanının önü ana baba günü, gazetecilerle uçaktakilerin yakınları burada heyecanla bekliyorlar...". Yani muhabir ile yurttaşın birbirinden farkı yok.
Bu arada bu konularda daha deneyimli olması beklenen TRT de, asil kadro görev başına gelene kadar pot üstüne pot kırdı. Mesela Diyarbakır'dan bir TRT muhabiri, "Ölü kaybı yok" diye bir bilgi verdi. Ölüler kaybolmadı mı, yani yoksa kayıplar ölmedi mi demek istiyordu? TRT'nin nöbetçi genç anchorwoman'ı nereden duymuşsa ikide bir "Kazanın nedeni bilirkişi raporları yayınlanınca belli olacak" diyordu. Bilirkişi heyeti oluşturulmamıştı bile ve oluşturulan teknik heyet en erken bir hafta sonra ekspertiz raporunu kaleme alabilirdi. Aynı anchorwoman kazanın bir suikast olabileceği ihtimalini de, herhangi somut bir gerekçeye dayanmadan söyleyiverdi.
İşin ilginç yanı, TRT ve diğer kanallar henüz ölü ya da yaralı sayısı yayınlamamışken, Diyarbakır Havaalanı içinden ve çevresinden görüntüler ekrana getiriyordu ve bu görüntülerde ağıt yakan, zılgıt çeken, dolayısıyla yakınını kaybetmiş insanların görüntüsü vardı. Üstelik bir ara pistin başına, yani uçağın düştüğü yere gitmek isteyen yolcu yakınlarını önlemeye çalışan bir polis "Ölen yok, ölen yok" diye itiyordu yolcu yakınlarını. Görüntüler bir gerçeğin bir yanını gösterirken, açıklamalarda hala önemli bir bilgi verilmedi.
Televizyon izleyicileri uzun bir süre uçağa ne olduğu konusunda bir bilgiye ulaşamadı. Bu arada mesela Deniz Arman, "Uçağın düştüğü söyleniyor ama bu bilgi inşallah doğru değildir" cinsinden iyi niyet temennilerinde bulundu. İnşallah!
Resmi yetkililer neyse ki bir süre sonra toplandı. Her yerde Kriz Masaları kuruldu. Oysa ki, o saate kadar tüm TV izleyicileri zaten yeteri kadar krize batmışlardı. Ulaştırma Bakanı bütün ciddiyetiyle mikrofonların karşısına geçip o saate kadar herkesin bildiği bazı konuları açıkladı. Mürettebatın isimlerini ve yolcu listesini ise söz konusu kişilerin yakınlarına saygı nedeniyle açıklamayacağını söyledi, ki Bakanın bu tutumu doğru idi. Ne var ki muhabirlerden biri, Bakanın şaşkın bakışları arasında "Televizyonlar açıkladı efendim" dedi.
Sorumluluk, bilgi ve ciddiyet
Canlı yayın ve acil habercilik, kurallara riayet, ciddiyet ve deneyim gerektiren bir çalışma. Her şeyden önce sorumluluk gerektiren bir çalışma. Başta yolcuların yakınları olmak üzere milyonlarca kişiye karşı sorumlusunuz. Mesela yolcu ya da ölüler listesinde bir ismi yanlış okusanız, ölen birini canlı, yaşayan birini de ölü ilan etme riskiniz var. Bu kişilerin yakınları bu haber üzerine kalp krizi geçirip ölse!
Dünyada uçak seferleri yapıldığından bu yana uçak kazaları oluyor. Dünyada yaklaşık 350 yıldır da gazetecilik yapılıyor ve uçak kazalarını izleme ve aktarma (Coverage) konusunda gazeteciliğin temel kural ve ilkelerinin yanı sıra bazı özgün kurallar da var. Ama gazetecilikte vazgeçilmez ve terk edilmeyecek bir kural, haberi önce vermek değil, doğru vermektir.
Haberin metalaşması, rekabet ve reyting kavgası ne yazık ki haberin doğruluğunu ikinci hatta üçüncü plana itti. Bu nedenle artık haberin esas olarak doğru olması değil, hızlı ve ilginç olması önem kazandı. Böyle olunca da yurttaşlar bazen bizzat kendilerini, kimi zaman yakınlarını çoğu zaman da tüm toplumu ilgilendiren gelişmeleri doğru dürüst öğrenemiyorlar. Bilgiyi en az iki kaynaktan doğrulamadan yayına vermek, haberin doğrusu geldiği zaman yayınlanmak mecburiyetini getirdiği için, hızlı ama yanlış haberi veren medya organını güç durumda bırakıyor. İzleyiciyi şaşırtıyor, kafasını karıştırıyor. Medyanın güvenirliği, inandırıcılığı azalıyor. Yurttaşla medyanın arasındaki mesafeyi uzatıyor.
Askeri havaalanı
Diyarbakır kazasının bir özelliği var. Diyarbakır Havaalanı askeri bir havaalanı. THY de bu askeri tesisi kullanmak için belirli bir ödeme yapıyor. Diyarbakır Havaalanı'nın askeri bir üs olmasının, bu kazada, bir olumlu bir de olumsuz yanı ortaya çıktı. Havacılık güvenliği açısından sivil kuruluşlardan daha deneyimli ve donanımlı olan Türk Hava Kuvvetleri, lojmanların ve asker kışlalarının da yakında olması sayesinde, yanan uçağa acilen müdahale edebildi. İtfaiye araçları hemen geldi ve projektörler de hemen kuruldu. Ne var ki, bu acil ve etkili müdahaleye rağmen, çarpma sırasında uçaktan sağa sola fırlayanların dışında kimse kurtarılamadı.
Olumsuz yanı ise, özellikle ABD'nin Irak'a saldırı hazırlıklarını sürdürdüğü bir dönemde, Diyarbakır gibi kritik bir noktada, askeri bir havaalanında, sivil bir uçağın düşüşü konusundaki bilgi ve görüntüler, askeri yetkililerin denetimi ile kamuoyuna ulaştırılabildi. Bu denetim kaçınılmaz olarak önemli bir gecikmeye neden oldu. Uçak askeri bölgeye düştüğü için askeri personelin dışında, başta gazeteciler olmak üzere, hiç kimse bu bölgeye sokulmadı. Üstelik uçak düştükten sonra en az 2 saat boyunca söndürme ve kurtarma çalışmaları gerçekleştirildiği için bu alana kimsenin sokulmaması da can güvenliği açısından gerekli idi.
Diyarbakır Havaalanı'nı ve yanındaki 2. Taktik Hava Üssü'nün konumunu bilenler, gazetecilerin sivil havaalanının giriş ya da çıkışından bir şey göremeyeceklerini kabul eder. Düzlükte düşen uçağı görmek hele gece karanlığında pek mümkün değil. Yine de halkın haber alma özgürlüğünü sağlamak, yurttaş ve yolcu yakınları ile gazeteciler arasında bir ayrım yapıp, gazetecilerin görevlerini tüm kamuoyunu bilgilendirmek için yaptıklarını hesaba katarak çözüm bulmak mümkündü.
Örneğin, kameramanlar ve zoomlu foto muhabirleri, (ya da belki de sadece Ordu Foto-Film Merkezi'nden bir ekip) hava üssünde, pistin sağında kalan askeri lojmanlardan birinin çatısına çıkarılıp oradan görüntü almaları sağlanabilirdi. Ve bu görüntüler en hızlı şekilde tüm TV kanallarına verilebilirdi. Böylelikle, üçe bölünmüş ve yanmakta olan uçağın görüntüleri önemli bir görsel bilgi oluşturabilecekti. Bu durum sayesinde de TV'ler yaklaşık 2 saat boyunca tahmin ve spekülasyonlarla uğraşmayacak, görüntülerden, bilgi olmasa bile bazı genel izlenimler çıkarabilecekti.
Meseleye biraz da, yolcu yakınları açısından bakmakta yarar var: Yakınını karşılamaya havaalanına gelen insanların acısı büyüktür. Ama medya kendilerine doğru ve zamanında bilgi veremezse bu acı daha da artar. "Ölmüş olabilir, belki yaralıdır, galiba kurtarıldı..." gibi muğlak sözler insanların sabrını taşırır.
Sonuç olarak, medya, görevini doğru düzgün bir şekilde yapabilirse, böylesine trajik olaylarda bile, toplumsal sorumluluğunu yerine getirebilir. Yapamaz ise de dün geceki trajediyi yaşatır.(RD/EK)