Yunanistan'da son günlerde yaşanan hızlı gelişmeleri ve Yorgo Papandreu'nun başbakanlıktan ayrılmasını liberal parlamenter rejimlerde zaman zaman vuku bulan mutat krizlerden biri olarak değerlendirmek ciddi bir hata olur. Adına liberal parlamenter demokrasi denen demokrasi-oligarşi kırması karma rejimin biraz da tadı tuzu sayılması gereken sıradan bir parlamenter krizle karşı karşıya değiliz. 1974'te düşen cunta sonrasında oluşan bütün siyasal temsil mekanizma ve kurumlarının altını boşaltan akut bir buhran bu.
Yunanistan'ı bir sosyal mezbahaya dönüştürmeye, onu "Latin Amerikalaştırmaya" dönük önlem paketlerinin yarattığı toplumsal huzursuzluk ve öfke, yönetenlerin ülke ve ahaliyi eski ve alışıldık biçimlerde idare etme kapasitesini bir hayli zayıflatıyor.
Papandreu'yu çekilmeye ve yeni bir ulusal mutabakat kabinesinin, ya da bir büyük koalisyonun oluşmasına yol açan süreç, sabık başbakanın kendi siyasal ömrünü uzatmaya dönük aceleci ve düşünülmemiş hamlelerinden ya da muhalefet partilerinin ayak oyunlarından kaynaklanmadı.
20-21 Ekim genel grevinin muazzam gücü, o günlerde gerçekleşen ve ülke tarihinde eşini bulmak için 30, belki 40 yıl öncesine gitmek gereken dev gösteriler, hükümetin ve AB, IMF ile Avrupa Merkez Bankası (yani Troyka) öncülüğündeki karşı-reformların popüler rızadan nasıl azade olduğunu açıkça ortaya koyuyordu. Bu görüntü karşısında 26 Ekim'de imzalanan yeni kredi anlaşması, PASOK hükümeti tarafından ülkeyi iflasın ve uçurumun eşiğinden kurtaran yeni bir "zafer" olarak sunuldu; Yunanistan'ın AB ve euro alanı içindeki konumunun sağlamlığının bir nişanesi olarak gösterildi. Fakat belli ki ahalinin karnı bu tip Pirus zaferlerine doymuştu artık. Medyanın pompaladığı zafer havasına karşın ülkenin nasıl bir barut fıçısı haline gelmiş olduğu iki gün sonra ortaya çıktı.
Bundan yetmiş küsür yıl önce, 28 Ekim 1940'ta Benito Mussolini Yunanistan'a bir ültimatom verir. Ültimatomla Mihver güçlerinin ülkeye girmesi ve belirli stratejik lokasyonları işgal etmesine izin verilmesi istenmektedir. Ültimatomun reddi savaş anlamına gelecektir.
Yunan hükümeti bu ültimatoma basit bir "hayır" (ohi) ile cevap verir. Bu red cevabı Yunanistan'ın önce faşist İtalya ile savaşa tutuşması, sonra da III. Reich güçlerince işgal edilmesine giden süreci açar. 28 Ekim günü, bu tarihsel olaydan hareketle bir ulusal bayram günü olarak kutlanır.
İşte bu seneki 28 Ekim törenleri, Yunanistan'ın irili ufaklı hemen bütün kentlerinde gerçekleşen büyük gösteriler nedeniyle yapılamaz hale geldi. Selanik'te resmi geçitin gösteriler nedeniyle gerçekleştirilememesi dolayısıyla cumhurbaşkanı alandan ayrılmak durumunda kaldı. Bakanlar, milletvekilleri ve sair devlet erkânı hemen bütün törenlerde yuhalandı, yumurta ve yoğurtların hedefi oldu. Birçok ilde "devlet büyükleri" tören alanlarından neredeyse kaçmak zorunda kaldı.
Geçit töreni yapan öğrenciler resmi davetlilere karşı sloganlar attı, bando grupları programın dışına çıkıp eski devrimci marşlar ya da halk şarkıları çaldı. Gösterilerin coğrafi yaygınlığı kadar sembolik ağırlığı da kritikti. Devlet erkânı, hem de bir resmi-ulusal bayram gününde ahalinin tepkisi karşısında rezil rüsva oluyordu. Ülkedeki organik krizin, yani yönetenlerle yönetilenler arasındaki temsil ve meşruiyet mekanizmalarının ne ölçüde harap olmuş bulunduğunun açık bir nişanesiydi 28 Ekim.
Sonra Papandreu'nun referandum resti geldi ve bir hükümet krizi tetiklenmiş oldu. Bu krizin ayrıntıları, yani müesses siyaset erbabının akrobasi sanatındaki maharetleri bu yazının konusu değil. Ancak gelinen noktada bir iki hususun altını çizmekte büyük yarar var:
1- Tayin edici faktör, Yunan "uzatmalı" ayaklanmasının yönetenleri eski, alışıldık biçimde yönetemez kılmış olmasıdır. Yaz aylarındaki meydan hareketinin (Öfkeliler) ardından toplumsal hareketler daha az görünür oldu belki ama yerellere daha ciddi kök saldı. Kamu kurumlarının işgali, çok sayıda grev, mahalle komitelerinin sayısındaki artış, zamlı elektrik ve su faturalarının ya da yeni kelle vergilerinin ödenmemesine dönük taban inisiyatifleri, okul ve üniversite işgalleri, hareketin daha yaygın ve olgun bir hale geldiğini ortaya koyuyor. Son genel grevin muazzam başarısının ardında bu yaygınlık ve sosyal derinleşmenin etkisi büyüktü. Dolayısıyla kitle mücadelelerinde niteliksel bir dönüşümün arifesindeyiz.
2- Düzen partisi bu durum karşısında bütün rezerv güçlerini toparlayıp ileriye sürüyor. Bir milli mutabakat hükümetinin oluşması, ana muhalefet partisi Yeni Demokrasi'nin 26 Ekim kredi anlaşmasının gereklerini hayata geçirme konusunda taahhüt altına girmesi ve hükümete katılması bunun açık bir ifadesi. Merkel-Sarkozy önderliğindeki AB teknokrasisi de bu mücadeleye doğrudan dahil olmuş durumda. Yunanistan'da bir referandum olacaksa bunun tarihinden referandumda oya sunulacak sorunun ne olacağına kadar bütün detaylarının kendilerince belirlenmesini şart koşan Merkel-Sarkozy ikilisi, Yunanistan'ın artık bir parya devlet statüsünde olduğunu böylece ilan etmiş oldular. Ancak oluşacak yeni hükümetin "kalıcı" olabilmesi mümkün değil; aşağıdan gelişen huzursuzluğu ancak bir süre absorbe edebilir. Belli ki ülkenin iflasın eşiğinde olduğu ve mevcut paket(ler) uygulanmadığı takdirde Yunanistan'ın AB'den uzaklaşarak bir üçüncü dünya ülkesi haline geleceği tehdidi, alternatifin bulunmadığı söylemi devreye sokulmaya devam edilecek. Korku ve şantaj hâkim sınıfın temel yönetme stratejisi haline gelmiş durumda.
3- Gelişen ve yaygınlaşan mücadele ve direnişlerle, aşağıdakilerin mücadeleye dahil olma yönünde gösterdiği şevkle, radikal/devrimci solun yeni koşullara programatik, stratejik ve taktiksel hazırlığı arasında ciddi bir orantısızlık söz konusu. Kimileri krizden çıkışı hâlâ mevcut kurumsal mekanizmalar dahilinde görüyor. Seçimlerde muhtemel bir oy artışını yeterli sayan, krizden antikapitalist temelde bir çıkışı, bir kopuşu hedeflemeyen ve eskinin bildik siyaset eyleme biçimlerinin konformizmine sıkışmış bir tarz bu. Kimileriyse programatik ve siyasi arılığı her şeyin üstüne koyarak "en devrimci" talep ve eylemlerin ne olması gerektiğine dair kağıt üzerinde kalmaya mahkûm bir tartışmanın rehavetinde. Kimileriyse koşullar ne olursa olsun her durumda kolluk güçleriyle çatışmayı en devrimci eylem benimseyerek stratejisiz, "ayaklanmacı" bir politik eylemi elitist bir tarzda fetişleştirmiş durumda. Karşı karşıya olunan siyasal, iktisadi ve sosyal krizin açığa çıkardığı muazzam kitle enerjisinin gereklerini yerine getirmekten çok uzak bir durum bu. Radikal/devrimci solun mevcut direnişlerin daha koordineli hale gelmesi, mücadeleler içerisinde komiteler tipinde özörgütlenme organ ve biçimlerinin yayılması, direnişler içerisinden daha kapsamlı bir antikapitalist ve "geçişsel" talepler bütününün şekillenmesi için daha fazla bastırması gerekiyor. Bugün Yunanistan'ın eskiden görece sabit olan siyasal yelpazesi darmadağın oluyor; sağdan sola (ve elbette tersine) kitlesel geçişlerin yaşanmasının çok mümkün olduğu, merkez partilerin sosyal tabanının hızla erimekte olduğu koşullarda, Rosa Luxemburg'un deyimiyle "cüret etmek" elzem.
Yunanistan, hiç değilse 2008 Aralık ayındaki gençlik ayaklanmasından itibaren muazzam direniş ve mücadele deneyimleri yaşadı. Ülkedeki bu deneyimlerin oluşturduğu patlayıcı bir birikimin mevcut olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Sınıf mücadelesinin yoğunlaşması, kitle mücadelelerindeki niteliksel dönüşüm ve yönetenler sınıfındaki endişe, önümüzdeki aylarda sert bir mücadelenin, belki de belirleyici olabilecek bir muharebenin yaşanacağını ortaya koyuyor. (Militer metaforlar, sermaye sınıfının yukarıdan bir toplumsal savaş açtığı Yunan örneğinde artık kaçınılmaz.) Yaşanacak muharebenin sonuçlarının İspanya ve İtalya gibi ülkelerdeki sınıf mücadelesine etkileri doğrudan olacaktır.
Kitle mücadelelerinin ulaştığı seviyeye ve sözü geçen birikime karşın güçler dengesinin hala sermaye güçlerinin lehine olduğunu unutmamak gerekiyor. Ancak Yunan radikal/devrimci solunun, hazır olunmadığı, koşulların olgunlaşmadığı, güçler dengesinin aleyhine olduğu gerekçesiyle muharebe alanından çekilmesi söz konusu olamaz, olamayacaktır. Bu kapışmanın hangi koşullarda ve ne yönde cereyan edeceğini bilebilmek mümkün değil elbette. Savaşa dair temel otorite kabul edilen Clausewitz bu belirsizliği "harp sisi" olarak ifade ediyordu. Ortalığın toz duman olduğu koşullarda güçler dengesini ve kitlelerin mücadeleye katılma azim ve şevkini tam olarak ölçmek elbette mümkün değil. Ancak savaş sisinin dört bir yanı örtmeye başladığı günlerde bu kavgaya hazırlıksız yakalanmanın bedeli büyük bir hata olacaktır. Clara Zetkin, İtalya'da faşizmin egemen hale gelişini, "işçi sınıfının devrimi gerçekleştirememesinin cezası" mealindeki sözlerle tarif ediyordu. Yunanistan'da bir yenilginin cezası da cidden büyük olacaktır; Yunanistan'ın düşmesinin bedeli, kıta ölçeğindeki sınıf güçleri açısından ağır bir yenilgi olacaktır. (FB/HK)