90’larda Mersin’de çarşıda bir kadın dolaşırdı ben küçükken, Yasemin. “Deli” olduğu söylenirdi. Yırtık pırtık, kirli kıyafetleri, vücudu ve yüzü yara bere içinde… Sokaklarda yaşardı. Nasıl yaşardı bilmiyorum ama yaşardı sahiden, her yerdeydi. Koca çarşı, özellikle de Taş Bina ve Balık Pazarı’nın olduğu bölge onun eviydi ve sokaklar da girip çıktığı odalarıydı evinin. Annem uyuşturucu kullanıyor derdi ve uyuşturucu alabilmek için iletişime girdiği kişilerin ona sürekli zarar verdiklerini, hatta onu istismar ettiklerini… Her karşılaştığımızda annemden sigara isterdi, sigarayı alınca mutlaka teşekkür ederdi. Bir süre sonra görmemeye başladık onu. Çocukluğumun hikâyelerinden biri öylece yok olup gitti bir gün ama hiç solmadı kırmızı yüzü, kırık dökük dişleri zihnimden.
Büyüyünce çok düşündüm onu; yarık parmak uçlarını, kış soğuğunda çıplak simsiyah ayaklarını... Ne gelmişti başına? Ne işi vardı sokakta? Bulduğum cevap beni benzer hikâyelerin peşine düşürdü çünkü annemin ona zarar verdiğini söylediği kişilerin ataerkil düzen ve bu düzenin uygulayıcı ve sürdürücüleri olduğunu fark ettim. Onu sokağa terk eden kişiler -muhtemelen adamlar- ve onu sokakta bırakan devlet, aynı çatının altında yüzyıllardır birbirini besleyerek var olmaya devam ediyor.
Indie rock müzik grubu Peyk üyelerinden İrfan Alış’ın 80’lerde tanıdığı ve hikayesini senarist Deniz Madanoğlu ve yönetmen Işıl Kasapoğlu’nun da dahil olduğu bir ekiple müzikalleştirdikleri[1] “Hamiyet”i hepimiz biliriz o yüzden. Mahallemizde, sokaklarda, pazar çıkışlarında bir sürü Hamiyet tanımışızdır. Çocukken karşımıza çıkan bu kadınları çoğunlukla korku ile ilişkilendirerek anımsarız genelde ve bu hiç şaşırtıcı değil çünkü annelerimiz yaramazlık yaptığımızda bizi onlara vermekle tehdit eder, hatta bazıları böyle devam edersek bir gün öyle olacağımızı söyler. Benzer bir deneyimden İrfan Alış da bahsediyor müzikal tiyatro üzerine verdiği demeçlerin birinde: “Beni Hamiyet’e vermekle korkuturlardı küçükken çünkü korkunç bir kadındı”[2]. Benim hikâyemde yaramazlığı bırakmazsam verileceğim kadınlar farklıydı ama onlar da toplumun ötekileriydi tıpkı Yasemin ve Hamiyet gibi. Tam da hikâyeyi bildiğimiz, tanıdığımız için müzikal tiyatroyla yakınlık kurmak daha zahmetsiz bir yerden oluyor sanki. Bunu, müzikal tiyatronun üçüncü dakikası itibariyle ağlamaya başlayan gözlerimden söylüyorum.
Aslı İnandık’ın canlandırdığı Hamiyet’in hikâyesinin arka planını da yaşımız tutmasa ve tarihe ilgimiz yoksa bile hepimiz, en azından çoğumuz biliriz çünkü ailelerimiz yaşamıştır örneğin. Hapse giren bir yakın ya da uzak akrabamız vardır, yol arkadaşlarını gammazlayıp refaha erenler duymuşuzdur, saklanan kitaplar olmuştur etrafımızda, en kötü ihtimalle devletin ürettiği söylemi devam ettiren kişileri dinlemişizdir yıllar boyunca. 80’ler İstanbul’unda varoşlarda yaşayan ve çalışan fabrika işçileri (ki çoğu kırdan kente göçen kişiler), sendikal örgütlenmeler, gecekondu mahalleleri, çamurlu sokaklar, yoksulluk ve bunların karşısında patronlar, devlet, asker, polis… Sosyopolitik tablo çok net ama genelde görmezden gelinen ya da daha az görünen, her zaman kadınların hikâyeleri olmuştur insanlık tarihinde. İşte bu yüzden Hamiyet Müzikal Tiyatrosu çok önemli çünkü darbe sonrası korkunç dönemin ataerkil düzeninde kadınların neye maruz bırakıldıklarını, nereye nasıl konumlandıklarını görebiliyoruz ve o tanık olduğumuz hikâyeler yerine oturuyor biraz daha.
Baskı, şiddet, yalnızlık, sesinin ve ihtiyaçlarının yok sayılması, çaresizlik, ötekileştirme… Bir sürü şey sayabiliriz ama aslında Deniz Madanoğlu’nun İrfan Alış’ın taslaklarıyla ve müzikleriyle oluşturduğu senaryo, ne özel ne de kamusal alanda desteklenen Hamiyet’in yazdığı şarkı sözlerini -Nietzsche’ye atıfla- “Pazar Yeri Sinekleri”[3] adlı müzik grubunun bestelediği müzik etrafında kendine kurduğu hayali dünyayı temsil ediyor sahnede. Gerçeklikten kaçmak, kendine bir sığınak yaratmak, orada belki de biraz güç bulmak için Hamiyet’in gösterdiği çaba, onu mağdur bir portreye hapsetmektense başka bir şeye işaret ediyor: izin verilse, rahat bırakılsa başka bir dünya mümkün olabilirdi. Hamiyet’in bir gün radyoda çalınacağını düşündüğü şarkıları, onun yaşamla bağ kurmasının, yaşama tutunmasının ötesinde, dertlerini gün yüzüne çıkarıp ses getirecek aslında, yani sonunda sesini duyuracak Hamiyet.
Tabii ki öyle olmuyor.
Diğer kadın karakterler
Müzikal tiyatro, Hamiyet’in hikâyesi üzerinden farklı kadın karakterlerle de büyük resme de bakıyor aslında. Seher -ki İrfan Alış’ın annesidir-, kızları ve Feride’nin de türlü türlü dertleri vardır toplumsal cinsiyetlerinden dolayı. Hamiyet’in tek arkadaşı Seher, işyerinde hakkını alamayan ve işkencede sakat bırakılan kocasının maaşının yokluğunda evi tek başına geçindirmeye ve oğulları İrfan’a bakmaya çalışır. Esra Kızıldoğan’ın canlandırdığı karakter, işyerinde de farklı karakterler arasında arabulucu rolündedir. Şöyle bir bağırsa şaşırdığımız ılımlı insanlar vardır ya, Seher odur işte ama bir taraftan da sözü dinlenir bir yere kadar. Bu rol bir şekilde üzerine yapışmıştır ve aksini yapamaz öyle insanlar. Dindardır da, merhametli olanlarından; o yüzden Hamiyet’i hocaya götürür “iyileşsin” diye ama bu akışın sonunda şahane bir nüansla karşılaşırız. Hamiyet, kendisi için bir şey yapılmasını, sinemaya gitmek üzerinden kabul eder. Arkadaşıyla yan yana vakit geçirmek, paylaşmak, kurgu hayatları sahnede izlemek ona daha iyi gelecektir. Seher ve Hamiyet’in arkadaşlığında kız kardeşliği, dayanışmayı görürüz.
İki kız çocuğu vardır Hamiyet’in, Gülşen (Cansu Bahadır) ve Mine (Bilgesu Kural). Okulda, mahallede anneleriyle ilgili söylenenler ve evde babalarından duydukları onları annelerine karşı cevap alamayacakları sorular sormaya yöneltse de, kafaları çok karışık ve öfkelilerse de, onlar da annelerinden korksalar da aslında sadece annelerini yanlarında isterler. Bu açıdan, belki de hüzünleri, özellikle de büyük olan kızının isyanı, aslında annelerini anneleri olmaktan uzak düşüren her şeyedir. Burada onlara asıl zarar verenin Hamiyet’in “böyle anneliği” değil, topyekûn sistem olduğunu görürüz bir kez daha.
Ezgi Çelik’in canlandırdığı Feride’nin hikâyesi Hamiyet kadar önemli bence çünkü hayatta kalabilmek için feminenliğini kullanmak durumunda kalan biridir o. Hamiyet’in sindirilmeye çalışılmasının aksine o her zaman güzel, hafifmeşrep, fark edilmek zorunda olandır. Bunu işaret eden bazı sahneler vardır tabii ama satır aralarında başka bir şeyi de çok net hissederiz, Feride gerçekten kendi başınadır. Bunu, Hamiyet’in kendisi bile inanmazken, onu kendinden daha iyi bir yerde görmesinden anlarız. “Sen nereden bileceksin ki kimsesizliği, yalnızlığı?” der çünkü Hamiyet’in kocası ve çocukları vardır ki bu Feride’ye göre her şeydir. Belki de bu yüzden Hamiyet’in atıldığı eve kolaylıkla kendisini koyabilir. Seher’in Feride’ye yaklaşımındaki tek taraflı suçlayıcılıkta gördüğümüz de birbirimizi anlamaktan ne kadar uzağa düşürüldüğümüz değil mi sahi?
Müzikal tiyatro, ne Hamiyet’in sığındığı hayal dünyasında iyice kendini kaybedişi ne de acıklı bir sonla bitiyor derim. Nitekim kapanışta Hamiyet ve İrfan’ın sohbet ettiği sahne, bir nevi hesaplaşma, hatta İrfan’ın katharsisi; ataerkinin kadınlara ve erkeklere ne yaptığının farkında olan birinin özrü… Bildiğimiz pek çok Peyk şarkısının oyuna özel yazıldığını hissettiğimiz anlardan birini daha yaşıyoruz burada “Denizdeyim” ile:
8 Mart haftasında umarım Yaseminlerle Hamiyetlerle kendi içimizde konuşmamıza ve onların bastırılan seslerini yükseltmemize vesile olur bu müzikal tiyatro.
Not: Anmadığım erkek karakterler var bu yazıda. Senaryodaki yerleri çok önemli olsa da ben sadece kadınların hikâyelerini öne çıkarmak istedim. Teknik ekip dahil kadrodaki herkesin emeğinin hakkını vermek boynumun borcu.(BK/AÖ)
[1] Çalışmayla ilgili yapılan resmi tanıtımlarda “müzikal tiyatro” terimini kullandıkları için yazının devamında o şekilde kullandım.
[2] https://www.youtube.com/watch?v=2snYsZfzOw8/
[3] https://hikayelerdirgeriyekalan.blogspot.com/2012/10/nietzsche-insan.html