Doğrusu, Tayyip Erdoğan'ın siyasi macerasını biraz kıskançlık ve hasetle izliyorum. Macera uzadıkça, yolun başında tutulan doğrultuyla varılan nokta arasında durmaksızın büyüyen bir açı oluşuyor ama o sanki bu yolculuk zaten başka türlü olmazmış rahatlığında, bizim hiç bir zaman öngöremeyeceğimiz bir rotada, o daldan bu dala sıçrayarak, her sıçrayışla birlikte naralara dönüşen stres patlamaları eşliğinde yoluna devam ediyor. Üstelik bir de bütün bunlar için onun değil de sizin bir açıklama borcunuz varmış, işlerin öyle değil böyle gitmesinden siz sorumluymuşsunuzcasına suratınıza çemkirme kapasitesi ve o hep aynı telden çalıyormuş da bu muhteşem icrayı takdirden aciz olan sizmişsinizcesine, olan biteni ve olup bitmeyeni durmadan kafanıza kakabilme istikrarı yok mu, işte o, apayrı bir meziyet gerektirir. Nasıl kıskanmazsınız!
Nasıl, hep ihanete uğrandığı halde hiç tökezlenmez, her şey batırılırken zeytinyağı gibi üste çıkılır, herkes tarafından hiç acınmadan aldatılırken nasıl olur da hiç kül yutmamış sayılınır, ezelden ebede hep mağdur olunduğu halde nasıl olur da daima muktedirin diliyle avaz avaz haykırılır? Üstelik bütün bunlar, pijama altı ve atlet fanilasıyla evin içinde dolaşırcasına bir teklifsizlik halinde dünya alemin önünde nasıl yapılır? Bu kadarı gerçekten herkesin harcı olamaz, bambaşka bir seviye gerektirir. Erdoğan'ın Batı tarafından bu kadar kıskanılmasının bir nedeni besbelli, orada artık bu derinliklere inebilecek kalibrede liderlerin yetişmemesi olmalı. Hepimiz gördük, Macron'a verdiği ayarı. Bir elense, bin cilt lafa bedel! İşte bu seviye.
Erdoğan'ın on yıl arayla iki 12 Eylül değerlendirmesi bu açıdan bir örnek teşkil edebilir. Önce, Erdoğan'ın 12 Eylül 2010'da oylanacak Anayasa değişikliğini gerekçelendirmek üzere bir AKP TBMM Grup toplantısındaki göz yaşlarına hakim olamadığı içli konuşmasındaki muhakemeye bakalım. Başbakan, oylamada MHP'nin desteğini yanına çekmek üzere Bahçeli'nin hassas kalbine şefkat oklarını atıyor ve Alparslan Türkeş'in 12 Eylül yergilerini aktarıyor: "Alparslan Türkeş, 1992'de verdiği bir röportajda DYP-SHP koalisyonuna güvenoyu verme gerekçesini açıyor: '12 Eylül Anayasası'nı değiştireceklerine söz verdiler. 12 Eylül, ülkücüler olarak bize çok haksızlık etmiş, büyük mağduriyetler getirmiştir. Ah Mamak Cezaevinin dili olsa da bize tabutlukları, C-5'leri anlatsa. Metris'in, Bayrampaşa'nın dili olsa da orada kararan hayatları anlatsa.'"
Büyük siyaset dehası işte tam burada punduna getirip Bahçeli'nin yapamayacağı şeyi yapıyor. TBMM çatısı altında, PKK tutsaklarının uğradığı zulmü de dillendiriyor: "Buradan ah Diyarbakır Cezaevinin dili olsa da konuşsa... Diyarbakır Cezaevinin dili yok ama keşke 12 Eylül'de orada yatan bazı MHP yöneticileri, vicdanlarının sesine kulak verip, dürüştçe konuşsa. Tam 30 yıl sonra, yine bir 12 Eylül günü, işte bu işkenceler, zulümlerle, bu insanlık dışı uygulamalarla milletçe hesaplaşacağız. Gencecik ölümlerle, zamansız vedalarla, 17 yaşındaki çocukları yağlı urgana taşıyan zihniyetle hesaplaşacağız." Şu belagate, şu hakkaniyete bakar mısınız?
Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez! Erdoğan'ın siyaset felsefesi karmaşık ilke ve kavramlara değil, basit ve sonuç alıcı esaslara dayanıyor. Kaz-tavuk diyalektiği bunlardan biri. Daha sonraları Avrupa ve Amerika'ya gidip geldikçe oralarda buna"win-win" dendiğini öğrenecekti ama, esas buydu. Bir yandan MHP'lilerin, öte yandan 1980'den başlayarak sıkıyönetim altında bir uçtan ötekine ezilen, sivil yönetim döneminde OHAL altında da aynı zulme maruz kalan, 1980-88 arasında Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'ndeki 34 ölümle, sayısız işkence, aşağılama ve haysiyet kırıcı muamelenin acılarıyla dağlanan Kürt kentlerindeki ödeşme beklentisini oya dönüştürebilecek ise duyguları okşamaktan neden kaçınılsındı? "Win-win" işte... Erdoğan her nabza hitap etmekten kaçınmadığı, her satırda bir hıçkırık, her paragrafta bir kaç damla gözyaşıyla bezediği konuşmasını tamamladığında 12 Eylül'ün bütün mağdur ve muhataplarıyla şöyle ya da böyle bir diyalog kurduğundan emin olabilirdi. 12 Eylül'ün 30. yılı böyle eda eylenmişti.
Başbakanlığında, memleketi 2003 Irak işgaline ortak edemeyişi Batı'da yanlış anlaşılmasın diye ABD finans kapitalinin önde gelen organlarından Wall Street Journal'e "Ülkem Sadık Müttefikiniz ve Dostunuzdur" diye makale döktüren Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı'nda bambaşka bir aydınlanmaya ulaştığına tanık olduk: "Türkiye'yi 12 Eylül'e hazırlayan karanlık odak, darbe sonrasının planlarını da yapmıştır. Askeri rejimin sol grupları sert bir şekilde tasfiye etmesinin amacının, PKK'nın gelişip büyümesinin önündeki engelleri kaldırmak olduğu anlaşılıyor. Yine askeri rejimin bu ülkenin milli ve yerli tüm unsurlarını yok etme gayretinin de FETÖ'nün önünü açmak amacında olduğunu görüyoruz."
Yeni yoruma göre, demek ki, 12 Eylül rejimi Diyarbakır 5 No'lu Askeri Cezaevi'nde insanların kafalarını kalaslarla parçalayarak, bedenlerini ateşlere vermelerine yol açarak, ölüm oruçlarında hayatlarını yitirmelerine neden olarak; işkencelerde sakat bırakarak, akıllarını yitirterek; her akşam gün batımında "İstiklal Marşı"nı söyletmek üzere köy, kasaba ve kentlerin ahalisini meydanlarda tekme tokat hazır ola geçirerek "PKK'nin gelişip büyümesi"nin önündeki engelleri kaldırmayı planlamış. Bunlar da yetmezmiş gibi, "sol grupları sert bir şekilde tasfiye etmiş" ki, PKK'nin önü insan mezbahaları yönünde iyice açılsın.
Bu muhteşem "anelizler" ilk bakışta deli saçması gibi görünebilir ama ben "Tayyip Erdoğan Düşüncesi"nin -evet artık kendine özgü böyle bir düşünce sistematiği doğduğundan söz edebiliriz- bu akıl yürütme tarzında ifadesini bulduğunu kabullenmemiz gerektiğinde ısrarlıyım. Bu "anelizler", şahsi çıkar ve düşüncelerden bağımsız olarak "nesnel gerçek"in çözümlenmesiyle tamamen ilgisizdir. Bu tür düşünceler "eski Türkiye" düşünceleridir. Yok "24 Ocak kararları"ymış, yok "rejim krizi"ymiş, bu gibi şeylerin siyasi fikriyatta şu kadar yeri yoktur. Tam tersine yeni Türkiye'de gerçeklerden fikirlere değil, fikirlerden gerçeklere yükselinir. "Gerçek -altını çizerek söylüyorum -benim şahsi çıkarım neyi gerektiriyorsa, benim aklıma ne esiyorsa odur." Tabii herkes böyle düşünecek olursa, her şey birbirine gireceğinden, burada bir meta düzeltme gerekir: "Gerçek, Tayyip Erdoğan'ın menfaati neyi icap ettiriyor ve onun aklına ne esiyorsa odur ve o herkesin gerçeğidir." Buyurun "Tayyip Erdoğan Düşüncesi"ne.
Buradan hareketle Erdoğan düşüncesinin kodlarına girerek tespitlerini çözümlüyoruz: 10 yıl önce 12 Eylül'de Diyarbakır Cezaevi'ndeki işkenceler ve Kürt halkına yapılan zulüm gerçekti, çünkü Kürtlerin Anayasa oylamasında evet oyu vermesi için bu zulmün gerçek olduğunun ifadesi gerekiyordu. Sol ile Kürtlerin aynı zulme uğradıkları, hatta Kürtlerin daha çok zulme uğradığı gerçekti; çünkü Tayyip Erdoğan'ın çıkarı solun ve Kürtler'in Anayasaya "evet" demesinde, Erdoğan'ın dünyaya demokrasi güçlerinin sözcüsü fotoğrafı vermesindeydi.
Bugün 12 Eylül gerçeği bu değildir. Değişmiştir. Gerçek değişir mi evet değişir, çünkü Tayyip Erdoğan'ın aynı kalmasından bir çıkarı yoktur. Sol ile Kürtler karşı karşıya getirilmelidir çünkü Erdoğan'ın onların ortak bir siyasi harekette yani HDP'de bir araya gelmesinden bir çıkarı yoktur. HDP'nin yüzde 10'un üzerinde bir oy oranına ve etkin bir politik profile sahip olması, hem Başkanlık rejiminin bekası için bitli yorgan gibi bir ittifakı ebedileştiriyor hem de Türkü Kürde karşı tam verimle oynamayı güçleştiriyor, oysa ırkçılık ve sömürgeciliği frenliyorsa birbirlerine karşı oynanmaları gerekir. Çok geçmez, Tayyip Erdoğan Düşüncesi'nin cilacıları Fahrettin Altun, İbrahim Karagül ve Doğu Perinçek "sol"u "sınıf mücadelesini yükseltme"ye ve "kimlik eksenli" siyasetlerden uzak durmaya çağırmaya başlarlar, söylemedi demeyin.
Aslında bu düşünce şekli bizim "milli ve yerli" geleneğimizin ta bağrından kopan hacıyatmaz mekaniğinin epistemolojideki izdüşümüdür! O yüzden kavraması çok kolaydır. Ağırlık merkezinin kütlenin tabanında olması ve yarım küre şeklindeki tabanının yere bir yüzeyden değil bir noktadan temas etmesi dolayısıyla hacıyatmaz her yönden gelen basınçlara direnemez, tersine onların ittiği doğrultuda kaykılır ve basınç kalkınca tam ters yöne savrulur ve ancak hiçbir etkileşim olmadığında dik durmayı başarır. İşte, Tayyip Erdoğan Düşüncesi de aynen öyledir. Hiç bir kuvvetle karşılaşmadığı sürece "dik durur". Bir kuvvetle karşılaştığında onun bastırdığı yöne kaykılır, kuvvet ortadan kalktığında tam tersi istikamete savrulur. Erdoğancılığın Amerikancılık ile Rusçuluk, Orta Doğuculuk ile Avrupacılık, Batıcılık ile Doğuculuk, diktatörlük ile demokrasicilik, dincilik ile milliyetçilik arasında bitmek bilmeyen gidiş gelişleri onun fıtratındandır. Hacıyatmazlık bu hakikatin dışa vurumudur. Bir yana yattığında, bir an sonra tam ters yöne savurlacağından; şimdi ne söylerse, yarın eşit güçle tersini söyleyeceğinden emin olabilirsiniz. Bu hacıyatmaz diyalektiğidir, başka bir şeye benzemez. Yerli ve millidir.(AH)