Dışarıdan bakıldığında kriz gibi görünen süreçleri, iyi bir fırsata çevirebilme becerisinin kişinin çözüm odaklı hareket edebilme olasılığı ile doğrudan bağlantılı galiba.
Yani yaşamın bize sunduğu ne olursa olsun, her daim sorunlara takılıp kısır bir döngüde kalmak yerine bardağın dolu tarafını da hesaba katmakta fayda var.
Neredeyse tüm dünyayı etkisi altına alan koronavirüs salgınından dolayı şu an içinde yaşadığımız sürrealist zamanın sadece geçip giden basit bir zaman dilimi olarak kalmaması biraz da o sürecin içinde yaşamını sürdürmeye çalışanların elinde.
Salgın yalnızlığına çare
Sanırım bu gibi anlarda yani herkesin biraz daha fiziksel olarak yalnız kalmasında toplumsal bir fayda olduğu bir dönemde, insan en çok yalnızlığını veya içindeki duyguları paylaşabileceği bir alana veya bir kaynağa ihtiyaç duyuyor.
Bu kaynak, yalnızlığın girdabında kaybolmayacağı ve özellikle yaşanan bu sürrealist dönemi avantaja çevirebileceği bir alan olmalı.
Kimisi bu gücün kaynağını bir başka insanda/canda, kimisi de kapitalist sistemin her geçen gün daha fazla tektipleştirip önümüze sunduğu sanal medyada bulmaya çalışıyor.
Elbette bu son derece normal. Çünkü her ne kadar hepimiz aynı gökyüzüne bakıyor olsak ve aynı güneşin sofrasında filizleniyor olsak da her birimiz dünyayı farklı pencerelerden dünyayı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz.
Evet, doğru her birimiz farklıyız ancak insan olarak duyguları yaşarken bir anlamda aynı olduğumuzu düşünüyorum.
Rengimiz, dilimiz, din(sizliğ)imiz, etnik aidiyetimiz, cinsiyetimiz, cinsel yönelimimiz, saç şeklimiz, göz rengimiz farklı ama ağlarken, korkarken, üzülürken, tebessüm ederken veya kahkaha ile güldüğümüzde kalbimizin derinliğinde aynı duyguyu yaşıyoruz.
Bitmek bilmeyen bu küresel salgın sürecinde, bu ortak duygumuzu artırıp sevinci ve güzel olanı daha fazla yaşayabileceğimiz ve bu anlamda yalnızlığımızı paylaşacağımız evrensel bir kaynak bulmak işte bu nedenle elzem.
Aynı zamanda bu arayış, Andrey Tarkovski’nin ifadesiyle “Kendinizi, kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde” yetiştirebileceğiniz bir kaynak olmalı belki de.
Can simidi: Kitaplar
Amacım Aralık 2019’dan bu yana devam eden koronavirüs krizi sürecinden dolayı içerisinde bulunduğumuz ‘yeni hayatın’ yaşam koşullarına uyum sağlamaya çalışırken dünyayı ‘yeniden keşfedecek’ bir yeniliğin arayışında olmak değil.
Sadece insanı insanlaştıranın ne olabileceğini bulmaya veya belki de hatırlamaya çalışıyorum. Bir başka ifadeyle yeni hayatın eskit(e)meyeceği ve bireye can simidi olabilecek bir kaynak/dostu arıyorum.
Kitaplar birlikte yaşamak içindir
Ben şahsen, bu salgın döneminde insanın fiziksel ve ruhsal yalnızlığına çare olabilecek ve onu daha güçlü kılabilecek kaynağı ve ölümsüz dostluğu, kitap ve romanlarda yakaladım.
Paris’te kendisiyle röportaj yapan kişiye verdiği, “Kitaplar sadece okumak için değil, aynı zamanda birlikte yaşamak içindir” cevabıyla her daim hafızalarda yer alan Walter Benjamin’in kulağını çınlatarak, bitmek bilmeyen ve yakın zamanda da bitecek gibi görünmeyen bu korona günlerinde zihnimi ve kendimi daha güçlü tutmak için vaktimin büyük bir kısmını kitaplarla geçirmeye başladım.
Sürekli boş zamanlarınızda kitap okuyun nidalarıyla büyüyen bir neslin ferdi olarak altını çizerek şunu söylemek isterim doğrusu: Kitapları sadece boş zamanlarda okuduğumuz basit bir vakit geçirme aracı olarak değil, her daim özenle vakit ayırıp okuduğumuz gönül dostları olarak görmeliyiz bence.
Zaten kitaplar insanı, insanlar da kitapları anlatır.
Yani bu ikisi birbirinin tamamlayıcısıdır. Yani sizi hiçbir zaman yalnız bırakmayacak ve biraz da olsa salgının içinden çıkmanızı sağlayacak dostlar istiyorsanız, Benjamin’i dinlemeliyiz diye düşünüyorum.
Bülbülü Öldürmek, İtiraflarım vd.
Benim için de kitaplarla olan dostluğu pekiştirme zamanıydı. Mesela Lev Nikolayeviç Tolstoy’un kendi hayat hikayesini ve yaşamla olan sorgulamalarını anlattığı “İtiraflarım” adlı kitabı, benim korona günlerini ve sonrasını hep birlikte geçireceğim dostumdu artık.
Yine korona günlerinde, özellikle de son zamanlarda, dünyanın hemen hemen her yerinde artan ırkçılık olaylarının ve muhtelif şiddet vakalarının görüldüğü bir anda, bizlere acaba tarih tekerrürden mi ibaret diye düşürten Harper Lee’nin 1960 yılında yayımlanan ve Amerika’da siyahlara karşı uygulanan ayrımcılığı anlatan “Bülbülü Öldürmek” kitabı bana adalet, dayanışma ve sevgi duygusunu hatırlatan kadim dostlarımdan birisiydi.
Eduardo Galeano’nun “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” kitabı tarihin derinliklerinden seslenerek Avrupalı emperyalist devletlerin savaş ve sömürü politikalarının ortaya çıkardığı tahribatı hatırlatıyor; bana güç ve iktidar ilişkilerinin sömürgeleştirme ile olan ilişkisini göstererek bugün dünyaya politik ve ekonomik anlamda yön veren her büyük gücün arkasında bir köle düzeni ve yıkım olabileceğini göstermeye çalışıyordu.
Mücadelenin yolları
“Bu dünyaya geldiğin için mutlu musun diye sorulduğunda, mutlu doğru bir kelime değil. Bu dünyaya mücadele etmek için geldiğimizi düşünüyorum. Böylece iyilik ve kötülük bizim içimizde savaşabiliyor. Ve iyilik kazandığında manevi olarak zenginleşmiş oluyoruz” diyen sinemanın şairi Andrey Tarkovski’nin “Mühürlenmiş Zaman” kitabı, tam karşımda bana kötülüğe karşı mücadelenin yollarını gösteriyordu.
Geceleri gökyüzüne bakıp yıldızları seyretmeye daldığımda, sırf toplumun çoğunluğu gibi hissetmedikleri veya onlar gibi sevmedikleri için toplumsal hayattan dışlananların hikayesini son derece akıcı bir kurguyla yazmış ve önyargıların eninde sonunda sevgiye dönüşeceğini en romantik haliyle bize aktarmış olan Carol Rifka Brunt’un “Kurtlara Söyle Eve Döndüm” kitabı, hemen yanı başımda bana güzel bir geleceğe dair umut aşılıyordu.
Yaşar Kemal, Nazım Hikmet ve Mehmed Uzun
Tartışmasız modern dünyanın en büyük roman anlatıcılarından biri olan ve kalp gözüyle dünyayı gören Yaşar Kemal’in insanın yüreğine bazen umut bazen de geçmişte yaşanan talihsiz olaylardan dolayı öfke bırakan, “Bir Ada Hikayesi”ni yazdığı dört romandan oluşan serisi, bana arkadaşlık ediyor, tüm farklılıklarımıza rağmen barışçıl bir şekilde nasıl yan yana yaşayabileceğimizin sırlarını açıklıyordu.
Bu kitaba her baktığımda, sadece içinde yaşadığımız kaotik dönemde değil, tarihin her döneminde ihtiyaç duyulmuş ve dünya döndükçe ihtiyaç duyulacak dayanışma duygusunun izlerini hissediyorum.
O güzel yüreğiyle, diliyle, duruşuyla vatanından uzakta yıllarca sürgünde yaşayan, Mehmed Uzun’un savaşa/ölüme giden ve bu anlamda en büyük aşkını/sevdiğini arkada bırakmak zorunda kalan Kürt aydını Memduh Selim Bey’in çaresizliğini ve ikilemlerini anlattığı "Yitik Bir Aşkın Gölgesinde" kitabı, benim çoktan başucu kitabım ve aynı zamanda bu salgın sürecinde nadide dostlarımdan biri olmuştu bile.
Yine son derece absürt sebeplerle kendi yurdunda yıllarca hapiste kalan ve bitmek bilmeyen baskılardan dolayı vatanından hüzünle ayrılan ve canından çok sevdiği ülkesine bir daha dön(e)meyen Nâzım Hikmet’in en güzel şiirlerinin olduğu “Henüz Vakit Varken Gülüm” şiir kitabı, benim sadece duygularıma tercüman olmuyor aynı zamanda bana dostluk sevinci aşılıyordu.
Yine aynı Mehmed Uzun ve Nâzım Hikmet gibi, hayatının en güzel yıllarını sürgünde geçirmek zorunda bırakılan Şilili yazar ve şair Pablo Neruda’nın hiçbir zaman eskimeyecek “Yüz Aşk Sonesi” adlı eseri, dilini bilmediğim ve ilk defa geldiğim coğrafyada hayata benimle birlikte dertlenip yine benimle tebessüm ediyordu.
Simyacı'nın yolunda
Tüm bunlara ek olarak hemen yatağımın baş ucunda Virginia Woolf’dan, Franz Kafka’dan, Anton Çehov’dan, Fyodor Dostoyevski’den, John Steinbeck’ten ve genç yaşında katledilen Sabahattin Ali’den oluşan yazarlar ve kitaplar geçidi var odamda. Her birisi bana psikolojik destek vermenin ötesine geçerek, ‘yeni hayatın’ tılsımlı kapılarını açıyor.
Ne zaman yalnız kaldığımı hissetsem hemen anında Torosların tepesinden Yaşar Kemal’in roman karakterlerinin, mesela toplumdaki adaletsizliklere karşı olan “İnce Memed”in, isyan davetini alıyorum veya her okunduğunda insanın yüreğini ısıtan “Doktor Çehov’dan Öyküler” kitabı beni gizemli bir yolculuğa çıkarıyor.
Kendimi bazen Paulo Coelho’nun “Simyacı” kitabındaki çobanın gizemli yolculuğuyla özdeşleştirip, hayatın içerisindeki “işaretleri izleyerek” tüm bu krizin içerisinde hazinemi bulduğumu düşünüyorum.
Cemal Süreya “Güzel hayat isteyen, güzel insan biriktirsin” der. Şayet hâlâ yaşıyor ve şu salgın günlerindeki manzaraya şahit olsaydı kim bilir belki “Güzel hayat isteyen, güzel kitaplar biriktirsin” derdi.
Not: O kadar kitap ve romanlardan bahsettim, bir okuma önerisinde bulunmasam yazı eksik kalacak diye hissediyorum. Her birisinin apayrı bir değeri ve ayrı bir hikayesi var. Ancak korona günlerinde heyecanla okuduğum ve sizlere de şiddetle önereceğim roman, belki de ilgi alanım olduğu için Yaşar Kemal’in “Bir Ada Hikayesi”ni yazdığı dörtlü seri. Yaşar Kemal bu eserinde, Cumhuriyet’in kuruluşu sonrasında gerçekleşen Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesinin sonucunda bir adada barış içinde yaşamın yollarını arayan bir topluluğun başından geçenleri ve mübadele sonucunda ortaya çıkan sorunları kendine has diliyle etkileyici bir şekilde anlatır. Şimdiden iyi okumalar.
(CA/NÖ)