Günümüz Türkiye’sindeki soruşturma, gözaltına alma, yargılama ve tutuklamaların bolluğuna baktığımda, çoklukla mezarlıkların girişinde yazan “her canlı ölümü tadacaktır” deyişi aklıma geliyor. Buradan da, bu ülkede “demokrasiyi, insan haklarını var sayıp da konuşmaya kalkan her canlı ağır cezada sanıklığı tadacaktır” diyecek hale geldiğimizi düşünmeye başlıyorum.
Dün* sanıklığı tadan faniler arasına ben de katıldım. Barış İçin Akademisyenlerin (BAK) bildirisini imzalayanlardan biri olarak 34. Ağır Ceza Mahkemesinde “terör propagandası yapmaktan” suçlanıyorum. Suçum, barış isteyen bir bildiriyi imzalamak!...
Bugüne dek iyisiyle, kötüsüyle çok şey yaşadım diye düşünürken, meğer eksik kalanlar varmış. Tabii Türkiye burası; kimler yargılanmadı, kimler tutuklanmadı diyebilirsiniz ki, doğru olur. Ayrıca, yaşadıklarımız yargılanan faniler arasına katılacakların kolay bitmeyeceğini gösterdiğinden, yargılananlar arasına katılmamak “ayıp ya da eksiklik” olmaya başladı diye düşünmek de mümkün.
Davaya konu olan bildiri, temelde, Haziran seçimleri sonrası Güneydoğu’da tırmanan olaylardan hareketle orada yaşayanların karşılaştıkları yıkım ve acılara son verilmesi ile kalıcı bir barış için müzakere yollarının açılmasını konu eden bir bildiri.
Dava ise, Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) 7/2 maddesinden açılmış. Bu fıkrada, 2013 tarihinde yapılan değişiklikle birlikte, “terör örgütünün cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru göstermek, övmek veya bu yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını” yapmaktan söz ediliyor; verilecek ceza da bir yıldan beş yıla kadar hapis. İddia makamı da, bildiriyi, “PKK/KCK terör örgütlerine destek bildirisi” olarak nitelemekte.
Daha birçok hukukçu gibi ben de, hukuk eğitimi almış ve yıllarca “Hukuka Giriş” dersleri vermiş biri olarak bu bildirinin böyle bir davaya konu olmaması gerektiğini düşünüyorum. Kısacası, böyle bir dava olmamalıydı. Mahkemede beraat isterken söylediklerimde de kısaca bunu vurgulamak yönünde oldu.
Hukukta ilk öğrenilen ilkelerden biri hukuk kurallarının lafzı ve ruhuyla uygulanması gerektiğidir. TMK 7/2’nin gerek yazılımı gerek arkasındaki gerekçe veya amaç dikkate alındığında, bu bildiri ve içeriğinin bu maddeyle ilişkilendirilmesi oldukça zor. Bu madde, şiddeti övmek, meşru göstermekten söz ediyor; bildiri ise Güneydoğu Anadolu’nun bir çok kentinde o günlerde yaşanan şiddet ortamının son bulmasını istemekte. Madde, şiddete yönelik eylemleri teşvik etmekten söz ediyor; bildiri ise, lafzıyla ve ruhuyla bu dönem öncesinde yaşanan çözüm sürecini hatırlatarak barışın tesisini talep etmekte. Hiç bir sözcüğünde şiddete övgü, teröre destek yok.
Özetle, akademisyenlerin Güneydoğu Anadolu’da yaşanan yıkımlar karşısında imzaladıkları bildiri özünde barış çağrısı, barıştan yana çözüm isteği. İnsanın “insanlık adına“ yaptığı bir çağrı, yaşanan acılar ve kayıplar karşısında aynı ülkenin vatandaşı ve insanlık ailesinin bir üyesi olarak sessiz kalamayanların bir feryadı olarak da düşünmek mümkün. Yöre halkının ve de tüm Türkiye’nin yaşadığı acıların son bulması için tek çarenin barıştan yana çözüm olduğunu düşünürken, bunu, vatandaşı oldukları devletten beklemeleri de doğal ve kaçınılmaz.
Sonuç olarak, bir düşünce-görüş açıklaması, insan hak ve özgürlükleri arasında yer alan bir hakkın kullanılması anlamında bir bildiri söz konusu.
Bildiride devlete ilişkin eleştirilerin olması da bir hakkın kullanılması anlamındaki niteliğini değiştirmez. Çünkü insan hak ve özgürlüklerinin asıl amacı, zaten, bireyleri devlete karşı korumak, vatandaş-devlet arasındaki ilişkilerde bireye bazı güvenceler sağlamaktır. Düşünce ve ifade özgürlüğü de bu güvencelerin başında gelir. Önemleri ve vazgeçilmez nitelikleri nedeniyledir ki, bu haklar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi uluslararası düzeyde güvenceye kavuşturulmuş; uluslararası korumaya alınmıştır.
Öte yandan, haklarla ilgili çok önemli bir nitelik vardır ki ne kadar vurgulansa yeridir. O da, hakların hukuk kurallarının çocuğu değil, ebeveyni oluşudur... Yani hukuki kurallar var diye haklar olmuyor; aksine haklar olduğu için hukuk kurallarına ihtiyaç duyulmakta. Bir başka deyişle, haklar hukuku doğurmaktadır. Öyle olduğu içindir ki, hukuk kuralları şurada veya burada, şu veya bu zamanda değişebilirken, haklar varlıkları ve özlerini korumaktalar. Yine öyle olduğu içindir ki, hukukun niteliksel gelişimi ancak hakların ulaştığı zenginlik ve güvenceyle sağlanabilmekte.
Bu konuda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ını tekrarlamaktan pek hoşlandığı, “kanun başka, hukuk başka, adalet başka” deyişi akla geliyor kuşkusuz. Evet, dediği gibi, bunlar başka başka şeylerdir... Ancak kanundan hukuk düzenine, hukuk devletine ve adalete ulaşmak için yapılacakların başında insan hak ve özgürlüklerini yalnız anayasalara yazmakla kalmayıp, gerçekten var etmek ve geliştirmek geldiği de unutulamaz. Yani hukuku ve adaleti yüceltirken, hak ve özgürlükleri aşındırmak değil, geliştirmek gerekir.
Bu ülkede ise, hak ve özgürlükler her geçen gün biraz daha sararıp solmakta. Bu konuda verilecek örnek çok; yalnızca, barışı isteyen bir bildiriye imza attılar diye nice genç ve değerli akademisyenin işinden olması bile bunu görmek için yeter. Bu da yetmemiş ki, şimdi imzacıların tümü şiddeti ve savaşı değil, uzlaşma ve barışı istemelerine karşın, “terör propagandası” yaptıkları suçlamasıyla yargılanmakta!
Dolayısıyla, bu ülkede kanunlarla hukuk ve adalet arasındaki ilişki “başka” değil; haklar bir bir tırpanlandığından iyice kopmuş durumda.
Son olarak, yaşanan bu kopuşun şu veya bu şahsın yargılanması ve cezalandırılmasından öte anlamları var ki, asıl vahametin burada olduğunu söylemek gerekiyor. Çünkü, yaşadıklarımız yalnız bu ülkenin aydınlığa çıkması için uğraşanların cezalandırılmasıyla bitmiyor; hatta, Türkiye’nin özgürlüklerin olmadığı ülkeler arasına katılmasıyla da sonlanmıyor. Nice nitelikli ve donanımlı evladını harcadığından Türkiye düşünce fakirliğine de mahkum edilerek cezalandırılmakta. (MK/EKN)
* Bu yazı 16 Şubat’ta BirGün’de yayınlandı.