Avrupa Birliği uzun zamandır içinde bulunduğumuz postmodern karakterli yeniden paylaşım savaşının dahilinde ayrı bir güç odağı olma peşinde. Daha doğrusu diğer belli başlı emperyalist odakların (ABD, Çin ve Rusya) belirleyiciliğinde süren savaşta kendince ezilme (dağılma diye de okunabilir) riskiyle karşı karşıya olduğunu düşünerek uzun zamandır daha merkezi (Almanya-Fransa), birleşik ve daha hızlı karar alan (özellikle dış politika alanında) bir yenilenme arayışında.
Bu bağlamda tartışılan strateji planına göre AB'nin, önümüzdeki beş yılda ana eksenini "güçlenmek" diye altını çizebileceğimiz politikalar oluşturacak. Bu yaklaşımın alt başlıklarına gelince, daha fazla entegrasyon, güvenliğin artırılması, ekonomik büyüme, iklim koruma çalışmalarına ağırlık verilmesi olarak ifade ediliyor. Bu yolla ortak göç ve mülteci politikasında bir çözüm bulunacağı, siber saldırılar ve dezenformasyonla mücadele edileceği ve bunun yanı sıra hukuk devletinin korunacağı düşünülüyor.
Almanya ve Fransa'nın özellikle üzerinde durduğu "sanayide atılacak adımların koordineli ele alınması" yaklaşımı ise aynı zamanda "AB ordusu" oluşturma sürecinin bir parçası olarak askeri sanayiye yeni yatırımları ön görüyor. Kısaca kapitalizme herhangi bir biçimde halel getirmeyen daha militarist bir ekonomi ve sosyal yapı bizi bekliyor.
Peki, "bunları başarabilirler mi?" sorusunun yanıtına mayıs ayı sonunda gerçekleşen AP seçimleri sonrası şekillenen yeni AB yönetimi çerçevesinde baktığımızda AB'nin en güçlü kurumu sayılabilecek AB Komisyonu Başkanlığı'na Ursula von der Leyen'in getirilmesi önemli bir adım. Von der Leyen daha önce Almanya savunma bakanıydı ve tipik bir sağcı. Sicilinde "bitirme tezinde fikir hırsızlığı", bakanlığı sırasında "özel anlaşmalarla danışmanlık şirketlerine milyonlarca Euro para aktarmak" gibi suçlamalara muhatap olduğu yazıyor. Fakat daha önemlisi bakanlığı sırasında "savaşa hazır olmak için Alman ordusunun askeri kapasitesini geliştirmek", "Alman ordusunun NATO'daki askeri varlığının artırmak", "AB'nin yakın askeri iş birliği içinde olması" gibi yoğun militarist politikaların savunucusu oldu. Bir savunma bakanından başka ne beklenebilir diye elbette soranlar olabilir ama bence "beklemeliyiz" çünkü öteki türlüsü savaşın ortasında bu soruları sorma şansımız hiç olmayacak.
Von der Leyen'in şimdilik çizdiği tablo AB'nin "güçlenme" politikalarına uygun bir isim olduğunu gösteriyor. Fakat parlamentoda yapılan oylamada, 383 milletvekili onun için "Evet", 327 milletvekili de "Hayır" oyu kullandı. Merkez sağ ve solun görece zayıfladığı AP seçim sonuçları burada da kendini gösterdi. Özeti, von der Leyen kişisel olarak ne kadar atak olursa olsun yeterince desteği AP'den bulamayabilir. "Güçlü AB" politikalarının önündeki en büyük engellerden biri ise özellikle dış politika alanında kararlarda bulunan "oy birliği" şartı. Bunun yerine yeni politikalar "nitelikli çoğunluk"u ön plana çıkaracak gibi görüyor...
AB'nin bu güçlenme politikalarının karşısına İran'la yapılmış olan nükleer anlaşmanın korunup korunamayacağı meselesi önümüzdeki günlerde önemli bir sınav olarak çıkacak.
Neo-faşist hareketlenme
Avrupa'nın birçok ülkesinde neo-faşist hareketlerde artış var. Özellikle Almanya'da bu konuda dikkat çekici bir hareketlenmenin varlığından söz etmek mümkün. İki ay önce Bölge Valisi Walter Lübcke vurularak öldürüldü. Bu hafta içinde ise 26 yaşındaki bir Eritreli hedef oldu. Ayrıca bomba ihbarları, camilere yapılan saldırılardaki artış dikkat çekici düzeyde.
Bütün bu hikâyede tek sevindirici gelişme Alman politikacılarının nihayet "aşırı sağ terör"ün varlığını kabul etmeleri oldu. Artık "Neo-nazi ağlarının kök salmasının önüne kararlılıkla geçilmesi gerekiyor" diyebiliyorlar. Tabii ne söyledikleri değil, gerçekte ne yaptıkları daha önemli. Neo-nazi hareketlere ilişkin tartışmalar "soğuk savaş" döneminde ABD denetiminde şekillendirilmiş "gayri nizami harp" politikalarına kadar gidiyor. Doğrudan devlet kurumlarının neo-nazi hareketleri örgütlediği, koruduğuna dair iddialar gündemde. Alman devleti bu tartışmaları en azından kökten yalanlayan bir politika geliştirmedi henüz. İşlenen cinayetlerin faillerinin azmettiricilerinin üzerine yeterince gidilmiyor. Tabii bunun için öncelikle polis vb. teşkilatların neo-nazi organizasyonlarını dost değil düşman olarak görmesi lazım. Çeşitli olaylarda zaman zaman çetelerin polis bağlantılı olduğu da görülüyor.(1) Artık basını dahi açıktan tehdit eden bir güce dönüşmüş neo-faşist harekete karşı köklü tedbirlerin alınmadığı koşullarda Almanya, AB çapında neyin birliğini yaratacak?
Elbette neo-faşist hareketler sadece Almanya'dan ibaret değil. Fransa, İtalya, Macaristan, Polonya ve Yunanistan başta olmak üzere bütün Avrupa'da yaygınlık kazanıyor. Buna verimli zemin sağlayanın sadece ABD ve Rusya merkezli destek politikaları olduğunu düşünemeyiz. Bu meselede asıl sorumlu "güç"ü odağına alan, dolayısıyla her türden şiddeti teşvik eden, AB'ye hâkim sağcı politikalardır...
Kölelik hortladı
Dünyanın birçok ülkesinde köle işçilik uygulamaları var. Bu basitçe ağırlıkla göçmen olan ya da bir yerden zorla getirilmiş bir insan topluluğunun fabrika ya da çalışma alanına hapsedilerek çalıştırılması diye özetlenebilir. Zaman zaman Katar, Birleşik Arap Emirlikleri örneklerinde olduğu gibi doğrudan devletler de işin içinde. Bu insanlar herhangi sosyal hakka sahip değil. Ölmeyecek kadar yiyecek dışında. Meksika gibi ülkelerde bu "modern köleler" aynı zamanda organ mafyasının hedefinde. Açığa çıkan toplu mezarlarda bu doğrultuda buluntular çokça.
"Köle işçilik"le ilgili geniş bir literatür var. Fakat ben bu yazıda sadece AB üyesi olan Macaristan'ın yaklaşık 17 bin nüfuslu Szarvas kentinde olanlardan bahsedeceğim. Szarvas'ta 150 kadar köle-işçi var.(2) Daha önce çoğunluğu evsiz olan bu kişiler bazı aileler tarafından "mülk" edinilmiş. Ya evin içinde bir köşede ya da müştemilat gibi yerlerde ya da hayvan barınaklarında yaşıyorlar. Ev ve tarla tapan işlerinde çalışıyorlar. Çok az yiyecek veriliyor bu kişilere genelde, bunun dışında herhangi bir ödeme yapılmıyor. Zaman zaman bu insanlar fiziksel ve cinsel şiddete maruz kalıyor. Ayrıca bu kişilerin hakkı olan emeklilik ya da işsizlik paralarına da "köle sahipleri" el koyuyor.
Kentte yaşayanlar bütün olanın bitenin farkında. Bu insanları kurtarmaya çalışan bazı hayır kurumları var. Fakat "köle sahipleri"ne karşı açtıkları davalarda başarısız oluyorlar. Adli makamlar olana bitene ilgisiz. Asıl acı olanı ise köle-işçiler her şeye rağmen yanlarında kaldıkları aileleri kolay kolay terk etmek istemiyorlar. Çünkü kötü koşullarda da olsa ilk defa bir aileleri ve evleri olduğu düşüncesi onlara olanları kabullenmeleri için yeterli geliyor. Bu niye böyle, bunun eminim ki hepsi de "doğru" olan birçok yanıtı var. Fakat evsizlerin hapsedilerek cezalandırıldığı(3) hasta hanelerin ödeneksizlikten personel ve malzeme bulamadığı, devlet okullarına dişe dokunur bir bütçenin ayrılmaması nedeniyle öğretmen yokluğu yaşanırken dinsel eğitim veren okulların desteklendiği bir sistemde niye insanlar üzerine yağ sürülmüş bir dilim ekmeğe razı olmasın?!
Kapitalizmin yarattığı tahribatın derinliği karşısında şaşırmamak elde değil. Çünkü insanları düşürüldükleri sefalet sayesinde köleliği bile tercih edebilecek hale getirebiliyor...
Güneş Batmayan İmparatorluk'un sonu
Birleşik Krallık'ın başına geçen Boris Johnson namıyla maruf şahıs galiba sadece Birleşik Krallık'ın değil, birçok şeyin sonunu getirecek. Daha başbakanlık koltuğuna oturmadan Trump'ın ülküdaşı olduğunu bildiğimiz Johnson, ilk günden Trump ve benzerlerini aratmayacağını ispatlamak için olsa gerek kardeşine kabinede görev verdi. Sonra astı kesti, her sorunu çözeceğini, AB'den her koşulda ayrılacağını, özetle Büyük Britanya'yı yeniden büyük yapacağını iddia etti, yeter ki ona güvenilsin.
Şimdilik zengin muhafazakârlar arasında hergelelik popüler olabilir, fakat halkın genelinde nasıl karşılanacağı belirsiz. Ateşli Brexit yanlısı ve halkoyuyla seçilmemiş birinin başbakanlık koltuğuna oturma olasılığını gören İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda'da bağımsızlık ve AB'de kalma tartışmaları çok önceden başladı. İskoç hükümeti bu konuda hazırlıklıydı. Ülkenin dilediği konuda referanduma gidebilmesine imkân verecek çerçeve yasa tasarısı önceki ay bölgesel parlamentoya sunulmuştu. Fakat yine de referandum için merkezi hükümetin izni gerekiyor. Her şeye rağmen İskoçya Bölgesel Yönetimi Başbakanı Nicola Sturgeon, Johnson'a Brexit konusundaki tutumunu sürdürmesi halinde İskoçya'nın bağımsızlık hazırlıklarını sürdüreceği uyarısını yaptı ve "...İskoçya hükümeti olarak, halkımıza bağımsız ülke olma şansını vermeye dönük hazırlıklarımızı sürdüreceğiz. İskoç halkının kendi geleceğini tayin hakkı, saygı duyulması gereken temel demokratik bir haktır" dedi.
Özetle Galler ve Kuzey İrlanda'dan henüz bağımsızlık doğrultusunda net bir adım gelmese de İskoçya örneğini (tabii örnek olabilirse) onların da takip etmesi beklenebilir. Dahası Kuzey İrlanda'daki kırılgan barışın zemini bozulabilir. Bu gelişmeler en azından yeni bir Katalonya meselesi gibi algılansa da fakat burada önemli bir fark "ayrılıkçılık"ın AB tarafından desteklenmesi olacak.
Anlaşmasız AB'den ayrılık halinde karşılaşılacak meseleler burada da bitmiyor. "Office of Budget Responsibility (kamu harcamalarını denetlemekle görevli bağımsız kurum), tarafından hazırlanan bir rapor, AB'den anlaşma olmadan çıkılması durumunda bütçeye yıllık 30 milyar sterlinlik ek yük geleceğini, iki yılda yaklaşık 820 bin kişinin işini kaybedebileceğini, ülke ekonomisinin daha da yavaşlayacağını" söylüyor.(4)
Bu koşullarda ne tür gelişmelerle karşı karşıya kalabiliriz sorusunun yanıtını vermek kolay değil. Şimdiden görülmeye başlanan ekonomik krizin paralelinde erken seçim tartışmalarının gündeme gelmesi kaçınılmaz. Bunun sonucu ise başka bir muamma. Fakat asıl tehlike, neo-faşist hareketin burada da gelişmesi ve olası kitle hareketleri karşısında devletin şiddete başvurması olur.
Anımsatma
Kısa bir anımsatma ile bitirmek istiyorum. Dünya çapında yükselen bir neo-faşist dalga var. Her ne kadar Chomsky gibi bunu "faşist" olarak nitelemek doğru değil diye yaklaşanlar olsa da bu hareketin sergilediği şiddet boyutuyla küçümsenemeyeceği ortada.
Bütün bu olan bitenler karşısında "hak savunuculuğu" gibi bir pozisyonda kalarak, hele hele belli coğrafyalarla kendini sınırlayarak "zafer elde etmek" ise mümkün değil. Küresel çapta politik bir örgütlenme yaratmak bugünün ödevi...
Tabii zamanı 70'li yıllarda dondurup Anadolu'nun ücra bir kasabasında camiye çok uzak olmayan bir bakkal dükkânının gölgeliğinde, tepede eksik olmayan vızıltılar ve tespih tanelerinin tıkırtıları eşliğinde kayıp bir şanı ve şerefi anarak da ömür tüketmek mümkün... (AS/AÖ)
(1)Almanya'daki neo-faşist hareketi merak edenlere bir kitap önerisi: Koruyan El- Wolfgang Schorlau, Çeviren-Hulki Demirel, İletişim Yayınları. Kitap gerçek belgelere dayalı bir araştırmanın roman haline getirilmişi diye tanımlanabilir. Bir anlamda neo-faşist hareketin anatomisini bize sunuyor.
(2)Haberin orijinaline buradan ulaşabilirsiniz:
https://abcug.hu/szarvason-mindenki-nev-szerint-ismeri-a-csicskakat/
(3) Geçen yıllarda Orban yönetimi "evsizler"e hapis cezası veriyordu. Buna bir süre ara vermişlerdi. Fakat yakın zamanda bir "evsiz" daha göz altına alındı. 2-3 gün sonra mahkeme karşısına çıkabilen "evsiz" kişi yargıçları göremiyordu. Yargıçlar ona bir kamera aracılığıyla bakıyorlardı ve yargılıyorlardı. Yargılanan-nesneleştirilen kişinin gözlerine bakamayanlar modern gözetleme teknikleriyle başkalarını yargılama hakkını hangi adalete, hukuka dayanarak kuruyorlar? Bu olanlar başka ne anlamlara geliyor?
(4) Bu verilerin de yer aldığı Ergin Yıldızoğlu'nun yazısı buradan okunabilir : https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-49084949