Maçoluğun baskın olduğu kültürlerde bir erkeğin kendiyle dalga geçmesi şanına leke sürülmesi anlamına gelebilir. Melik Saraçoğlu bu durumun üstesinden zarafetle geldiği gibi iddialı bir sinemacı olmasına rağmen görmeyle ilgili engelini teşhir ederken bizimle korkularını ve özel dünyasını paylaşacak kadar da cömert davranıyor.
Hakkı Kurtuluş'la beraber yönettiği ve senaryosunu yazdığı, Altın Koza Film Festivalinin En İyi Film, En İyi Senaryo, En İyi Kurgu ödülleri dışında Siyad jürisince de ödüllendirilen Gözümün Nûru adlı yapım Hezarfen Film Galeri'nin Bağımsız Türkiye Sineması Buluşmaları kapsamında İzmir Fransız Kültür Merkezinde 26 Şubat Çarşamba akşamı saat 20:00'de gösterildi.
Samimi ve sevimli olduğu kadar orijinal ve cesur bir sinema eserine imzasını atan yönetmenlerden Saraçoğlu Alsancak'taki merkezde hazır bulunup gösterim sonrasında seyircilerin sorularına cevap verdi.
Genç yaşta sinemacı olmaya karar veren bir insanın ailesinden genetik olarak miras aldığı retina dekolmanı hastalığından muzdarip olması fazlasıyla üzücü bir durum. Kör olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Melik üst üste geçirdiği iki ameliyattan sonra 40 gün boyunca, gözleri bandajlı, yüzükoyun yatmak zorunda kalır.
Gözümün Nûru Saraçoğlu'nun öz yaşam öyküsünden yola çıkarak çekilen ve kendi dışında ailesiyle yakın çevresinin de rol aldığı deneysel bir dokü-film.
Yalnız Türkiye'de değil, tüm dünyada geleneksel anlamda sinemanın bittiğine dair sessiz çığlıkların yükseldiği bir dönemde insanı bu kadar sarmalayan, dünyasına tümüyle dahil eden ve seyircinin onunla adeta nefes alıp vermesini sağlayan bu yapım memleket sineması için müthiş bir kazanım. Ne de olsa mevzu ışık ve görmemizi sağlayan organlarımız olunca projektörün perdeye yansıttığı görüntüyü gözleriyle takip eden seyirci de kahramanımızla direkt empati kurabiliyor, hatta kamerayla da özdeşleşebiliyor.
Üstüne üstlük Yeşilçam'da sık sık sömürülmüş âmâ karakterleri canlandıran Hülya Koçyiğit veya Cüneyt Arkın'ın demode görüntüleriyle filmi süsleyerek yönetmen kendisini ti'ye aldıkça biz de patetik duygusallıktan uzaklaşıyoruz, içimizdeki ümit kıvılcımlarının hiçbir zaman sönmemesi de cabası.
Melik'in dört elle sarıldığı, lâkin kaybetme riskiyle karşı karşıya olduğu sinema rüyası kâbuslarla sarmalanınca yapımcı Sevil Demirci, eleştirmen Cüneyt Cebenoyan veya oyuncu Tülin Özen gibi film dünyasının nadide kişilikleri karşısına dikilip meydan okuyor. Gershwin'in Rhapsody In Blue'suyla desteklenen dramatik crescendo teatral unusurlarla da süsleniyor; Fransız sinemasına has şakacı, hatta alaycı stil samimi bir teşhir çabasıyla harmanlanıp zevkli bir seyirlik haline geliyor. Işığın hayatımızdaki yadsınamayacak rolü irdelenirken aile, Melik'e verdiği koşulsuz destekle saygın bir mertebeye yükseliyor. Işık anlamına gelen adlarıyla özdeşleşen Lumière kardeşlerin 1800'lerde çektiği Haliç ve Galata köprüsü görüntüleri ise geçmişe gömülmüş İstanbul'un güzel hallerine nostaljik bir bakış sağlıyor.
Kendine has yapısı, dilindeki yenilik, görsel zenginliği, yoğun etkileşim gücü ve birbirinden kişisel ayrıntılarıyla Gözümün Nûru mutlaka görülmeyi hak ediyor, tam el emeği göz nûru denen cinsten… (MT/ÇT)