Bu yılki İstanbul Film Festivali hiç kuşkusuz açılışta Ahmet Mekin’in onur ödülünü alırken Türkan Şoray’a attığı çapkın bakışları ile hatırlayacağım. AVM’lerde film izlemeyi festival ruhuna aykırı bulduğum için bir sinema salonu haricinde her festival köşesine ayakbastım [1]. Hem Sightseers’la, hem de Ginger ve Rosa ile bağımsız İngiliz sinemasına bir kez daha hayranlık duydum. Ama benim için festivali özel kılan tek bir film oldu: “Bir Türk’e Gönül Verdim”.
Şoför Mustafa rolünde Ahmet Mekin
1969 yapımı bir Halit Refiğ filmi olan “Bir Türk’e Gönül Verdim”i sinemamızın tozlu raflarından çıkarıp tekrar seyirciyle buluşturduğu için öncelikle İKSV’ye [İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı] teşekkür etmek isterim. Ne yazık ki, bu film dış göç temasını işleyen başka birçok örneği arasında gölgede kalmıştı. Çoğumuz Ahmet Mekin’i “Selvi Boylum Al Yazmalım” filmi ile özdeştirmiş olsak da, bu yıl aldığı onur ödülü ile rol aldığı 200’e yakın filmi ve topladığı ödülleri tekrar hatırladık.
“Bir Türk’e Gönül Verdim” filminde gönül verilen Türk Ahmet Mekin hem çok genç ve jön, hem de “Selvi Boylum Al Yazmalım” da olduğu gibi yine kötü kalpli “esas koca”nın yan rolündeki yardımsever ve insancıl bir karakteri; şoför Mustafa’yı canlandırıyor. Başrolde ise Bilal İnci yıllarca Almanya’da çalıştıktan sonra köyüne -orada kazandığı vasıflarla- dönen ve zamanın yegâne işyeri Sümerbank’ta ustabaşı olarak çalışan eski kocayı canlandırıyor.
Sinemamızda dış göç [2]
Türk sinemasının dış göç olgusu ile imtihanı 1970’lerde başlıyor aslında. Önceleri “Otobüs”, “Almanya Acı Vatan” vb. filmlerde gariban ve çaresiz bir göçmen karakterini izliyoruz. Bu ilk örneklerde çoğunlukla göçmenlerin “misafir” oldukları topluma yabancılaşma ve uyum/uyumsuzluk temalarına vurgu yapılıyor.
1980’lerin dış göç filmlerinde ise yine toplumun kenarına itilmiş ve uyum sorunları yaşayan ve güldürü formatında biraz da karikatürize edilmiş (“Polizei”ın çöpçü Ali Ekber’i) karakterler ile “zengin” olmaya çalışan ve yeterince para biriktirince memlekete dönme hayalleri kuran gurbetçi karakterlerini (“Sarı Mercedes”in Bayram’ı) izliyoruz. 1990’lara gelindiğinde yasadışı göç (“Umuda Yolculuk”) teması ya da göçün daha insani yönlerine vurgu yapan (“Berlin in Berlin”) filmler öne çıkmaya başlıyor.
2000’lerde ise ilk defa her iki tarafla da hesaplaşan ve paralel toplumları anlatan ve deyim yerindeyse “içerden” yönetmenlerin çektiği ürünler verilmeye başlanıyor. (“Duvara Karşı”). Bunu 2010 sonrasında entegrasyon konusunu gerçekten tiye alan (1980’lerin “Cumartesi Cumartesi”si gibi) ve seyircisini ağlatmadan göçmenlik hallerini anlatabilen sayılı göç filminden biri olan “Wilkommen in Deutschland” takip ediyor.
Bir Türk’e Gönül Verdim
Bu tarihsel akış içinde “Bir Türk’e Gönül Verdim” belki de göç edilen ülkede geçmediği ve dış göçün kendisinden ziyade sonuçları ve uzun dönem etkilerini işlediği için bu zamana kadar üzerine çok yazılıp çizilmemiş ve gözden kaçmış olabilir.
“Bir Türk’e Gönül Verdim”de Eva[3] Almanya’dan çocuğuyla birlikte Kayseri’ye Türk kocasını aramaya gelir; ancak çocuğunun babasını ikinci kez evlenmiş olarak bulur. Çocuğu ile tek başına kalakalan Eva’nın imdadına şoför Mustafa yetişir. Gittikçe köy yaşantısına adapte olan, dine ve geleneklere uyum sağlamaya başlayan Eva tam Mustafa ile evlenecekken, eski eşi Mustafa’yı öldürür. Ama Eva pes etmez ve Almanya’ya dönmek yerine oğluyla köyde kalmaya karar verir.
Mekan seçimi: Kapadokya
Kayseri ve Peri Bacaları’nda çekilen filmde, büyük meydanları, geniş ve boş yolları ve görece çok az sayıda nüfusu ile altmışlı yılların Kayseri’sini izleyenler şehrin son kırk-elli yılda geçirdiği dönüşüme inanmakta zorlanabilirler.
Filmde işlenen ait olma ve mekan-kimlik temasına Peri Bacaları muhteşem bir arka plan oluşturuyor. Bir zamanlar Hıristiyan keşişlerin yaşadığı bu bölge şimdi Müslüman bir orta Anadolu köyüne ev sahipliği yapıyor.
Film boyunca Eva’nın köyün öğretmeni ile gezdiği Hıristiyan kiliseleri bizi bir kez daha “Toprak mı bizim sahibimiz, biz mi toprağın?” sorusu ile karşı karıya bırakıyor.
Değişmeyen kültürel kodlarımız
Film buram buram erkek egemenliği ve şiddeti kokuyor. Köy ahalisi Eva’yı önce tanrı misafiri olarak kabul etse de bir süre sonra köyün ahlakına tehdit oluşturan bir yabancı olarak görmeye başlıyorlar.
Ahlak demişken, Eva’nın eski kocasının, yeni eşinin kız kardeşi ile ilişkisi olduğunu ve Eva’nın kaldığı otelin personelinin Eva’ya cinsel tacizde bulunduğunu da belirtmek gerekir. Kamusal alanda namusu odağına alan toplumsal tabulara rağmen erkeklerin cinselliklerini yaşamakta ne kadar özgür oldukları -özellikle görünmeyen özel alanlarda- filmin işaret ettiği noktalardan biri. Bu duruma paralel olarak, filmdeki en belirgin motiflerden bir diğeri ise erkeklerin -kırsalda veya şehirde- yaşadığı “cinsel açlık”.
Öte yandan köy öğretmeni ile masumane bir dostluk geliştiren Eva’ya reva görülen ise fiziksel şiddet, hem de Mustafa tarafından. Filmde tek şiddet gören Eva değil elbette; Eva’nın eski kocası hem yeni eşine hem de baldızına (aile-içi) fiziksel şiddet uyguluyor.
Hikâye iki yönlü bir dışlama ve yabancı düşmanlığını da konu alıyor. Eva’nın babasının “Türk damat” karşıtlığı ile Mustafa’nın ailesinin de “yabancı gelin”e olan direncinin gücü bize iki ülkenin kültürel kodlarının benzerliğini gösteriyor. Üstelik, elli yıl sonra dahi yabancı algımız, kadına bakışımız ve ahlak anlayışımız yerinde sayıyor.
Göçmen çocuklar
Filmin finalinde Eva’nın abisi Hans Almanya’dan gelir ve Eva’ya geri dönmeyi teklif eder.
Abi-kardeş ilişkisinin “soğukluğu” bir yana, Eva köyde kalmayı tercih ettiğini söyler çünkü köye su getirme projesinde çalışmayı planlar. Hans Almanya’ya döner, eski koca hapsi boylar, Eva köye yerleşir.
Bütün bu olayların gerisinde gözden kaçan bir çocuk vardır filmde: Eva’nın oğlu. Yetişkinler iyi kötü bir şekilde tutunurlar yaşama, çocuklar arada kalır; tıpkı ikinci ve üçüncü kuşak Türk göçmenlerin çocuklarının Alman ve Türk toplumu arasında kalması gibi.
Almanya’ya gitmişsin, orada evlenmişsin
Türk işçilerimizin Almanya’da “dost tutmaları” sosyolojik olarak çok çalışılmamış bir konu olsa da, ne kadar yaygın olduğu ve göçmenlerin yeni ülkelerinde bambaşka bir yaşam kurdukları bilinen bir gerçek.
Bu sebeple yıkılan yuvalar ve arkada kalan çocukların dramı da sayısız şarkıya, romana ve filme konu oldu. İkinci dünya savaşında kocalarını kaybeden yaşlı Alman kadınlarla işçi yurtlarında sıla özlemi ile yanıp tutuşan genç Türk işçiler arasındaki gönül bağı belki de Türklerin içinde yaşadıkları toplumda tek sosyalleşme biçimleriydi.
Kendi yaş gruplarından Alman karşı cinsleriyle flört etmekte hem etnik kökenleri hem de sosyal statüleri nedeni ile zorlanan Türklerin gurbetteki yalnızlıklarına, çok farklı sebeplerle de olsa toplumun başka bir “yalnızlaştırılmış” kesimi derman oldu.
Ele muhtaç olmamak
1960’lı yıllarının Türkiye’sinde Almanya ile misafir işçi anlaşması imzalanmış; savaştan yeni çıkmış Alman ekonomisinin yeniden ayağa kalkması için işgücüne gereksinim duyması, Türkiye’de işsizlikle karşı karşıya olan kitlelere bir ekmek kapısı açmıştı. Ancak ekmek kapısı el kapısıydı bu kez.
Filmin şoför Mustafa’sı da Almanya için yazılmış ve bekleme sürecindeyken Mustafa’nın babası ile köyün imamı arasında geçen diyalog hiçbir göç teorisinin anlatamayacağı kadar yalın ve açıktır aslında. Esas meselenin kendi işsizlik ve azgelişmişlik problemlerimizi başka bir ülkenin ekonomik kalkınmasına işçi ihraç ederek uzun dönemde çözemeyeceğimizden konuşur köyün bu iki büyüğü.
Göçün sonuçlarından çok göçün sebeplerine dikkatimizi çeker bu konuşma. Doğduğumuz yerde doyabilsek kimsenin yerini yurdunu bırakmaya niyeti olmayabilir belki de. Tam da bu yüzden köylüler için köye suyun getirilmesi ve genci yaşlısı demeden herkesin canla başla çalışması gerekir. Köylüler kendi yağlarında kavrulmak ve ele muhtaç olmamayı, bir bakıma köyden göç vermemeyi amaçlar. Eva da, onlardan biri olarak, başında yemenisi, ayağında şalvarı biner tarlaya giden traktöre.
Festival ekibine çağrımdır. Seneye göç filmleri özel gösterimi yapsalar, “El Kapısı”nı ve “Almanyalı Yarım”i yeniden izlesek, fena olmaz mı?..
[1] Emek Sineması’nın yıkılmış olması başka bir yazının konusudur.
* Dr. Seçil Paçacı Elitok, Sabancı Üniversitesi, İstanbul Politikalar Merkezi, Mercator-İPM Araştırmacısı