* Fotoğraf: Anadolu Ajansı (AA) - Arşiv
Tarih boyunca, savaş, doğal afet, yaşam standardı ve siyasi tercihler nedeniyle göçlerin olduğu biliniyor. Bunun günümüzde aynı nedenlerle devam ettiğini, özellikle yaşadığımız çatışmalı bölge olan Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da tüm hızıyla sürdüğünü görmek mümkün.
Buradan hareketle son on yılda Türkiye'ye yönelen sığınma ve iltica hareketleri nedir diye bakacak olursak; karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor:
Türkiye'ye göç ve ilticanın esas nedeni sanıldığı gibi Türkiye'nin yaşam standartlarının yüksek olması, güven ve istikrarın varlığıyla ilgili değil.
Bu, daha ziyade, Türkiye'nin Asya–Avrupa arasında bir köprü olması ve denizlerle çevrili oluşunun göçmenler açısından Avrupa Birliği (AB) ülkelerine sağladığı geçiş kolaylıkları nedeniyle.
Evet, Cumhuriyet tarihi boyunca, çatışma ve savaşların eksik olmadığı Ortadoğu, Asya ve Afrika ülkelerinden ve zaman zaman soydaşlık savunularıyla Bulgaristan, Bosna, Arnavutluk gibi Balkan ülkelerinden Türkiye'ye göç ve sığınmaların eksik olmadığı biliniyor.
Yeri geldiğinde misafirperverliğin, konukseverliğin bir gereğinden hareketle övünen, bunu bir iftihar vesilesi yaparak göçmenlerin başına kakan Türkiye iktidarlarının, tarih süresince kendi toplumsal bileşeni konumunda olan farklı inanç ve etnik yapı mensubu vatandaşlarına yaptıkları kötü muameleler sonucunda bu vatandaşlarını nasıl da ülkelerini terk edip başka ülkelere sığınmaya zorladıkları unutuluyor.
Bugün yurtdışında yaşayan 6,5 milyonu aşkın Türkiyeli'nin 5,5 milyonunun AB ülkelerine yerleşmiş olduğu, 3 milyonunun ise geleceğini güvene alması sonucu kesin dönüş yaptığı düşünüldüğünde, Türkiye'den dışarıya göç olgusunun vahameti daha iyi anlaşılıyor. (Dışişleri Bakanlığı'nın resmi rakamlarıdır.)
Irkçılık, inkar, milliyetçilik ve nefret politikaları sonucu Türkiye'den göçe zorlanan, Ermeni, Rum, Süryani ve Kürt topluluklarının, bu 9,5 milyon göçmene dahil olmadığını da belirtmek lazım.
Türkiye'de göçmen değil, sığınmacı ve mülteci var
Bilindiği üzere yaşadıkları ülkelerde sahip olamadıkları maddi ve sosyal koşullarını iyileştirmek, geleceklerini garanti altına almak amacıyla bu olanakları sağlayacakları ülkelere kendi istekleriyle göç edenler göçmendir.
Bu amaçla Türkiye'ye gelip bu olanakları tahayyül edenler olmuşsa da kısa sürede Türkiye'den nasıl ayrılacağının yolunu arayıp bulmaya çalışıyorlar.
Kısacası göçmenler Türkiye'yi AB'ye bir geçiş köprüsü olarak kullanıyor. Mülteci statüsünde olanlar ise siyasi İktidarın rıza gösterip kolladığı ve hangi kriterlere göre vatandaşlığa kabul ettiği hâlâ belli olmayan küçük bir azınlık iken, büyük çoğunluk ''geçici koruma'' statüsünde idari amirlerin kararları ve kararnameler gereğince mecburi ikametlere tabi tutuluyor.
Bu demektir ki Türkiye, mültecilerin hukuki statülerini tanımlayan 1961 Cenevre Sözleşmesini onaylamasına rağmen keyfi uygulamalarını sürdürüyor. 6458 sayılı kanun kapsamındaki Suriyeli, Iraklı, İranlı, Afgan, Sudan, Filistin ve diğer milyonlarla ifade edilen sığınmacılar, BM mülteci statüsü yerine, Türkiye'nin ihdas ettiği ''geçici koruma'' statüsünde tutuluyor.
Türkiye nüfusunun yüzde 8'ine tekabül edecek yoğunlukta, kayıtlı-kayıtsız sığınmacıya ev sahipliği yapmakla övünen Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) - Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) iktidarı, on yılı aşkın süredir teşvik ederek statüsüz şekilde ve farklı siyasi amaçlarla ülkeye kabul ettiği özellikle Suriyeli sığınmacıları yıllardır AB ülkeleriyle pazarlık ve bu ülkelere karşı şantaj ve tehdit kozu olarak kullanırken, yaşadıkları ortama entegrasyondan uzak, iş, aş, eğitim, sağlık ve barınma gibi yaşamsal güvencelerden yoksun bırakılmaları karşısında yaşamlarını asgari düzeyde idame ettirme amacıyla farklı ve riskli arayışlara başvurdukları, dolayısıyla sosyal, yaşamsal kavga ve çekişmelerin tarafı oldukları bir gerçek.
Türkiye halklarını yanıltarak, ekonominin ve yaşam standartlarının dibe vurmasının müsebbibinin AKP iktidarı olduğu gerçeğini perdeleyip göz ardı ederek, sorumluluğu Suriyeli ve diğer sığınmacılara yıkmaya çalışmanın, yalnızca AKP iktidarına yarayacağı açık.
Dahası, Ümit Özdağ'ın başında olduğu Zafer Partisi, Vatan Partisi, İYİ Parti ve diğer ulusalcı, ırkçı güçlerin nefret ve yabancı düşmanlığı ortak korosu ve toplumun yaşadığı ekonomik krizin suçlusunun sığınmacılar olduğu iddialarının övünülen ''konukseverlik'' ile yakından uzaktan ilgisi olmadığı gibi bu, düpedüz bir ırkçılıktır.
Asıl tehlike, sığınmacılar değil, Cumhur İttifakı
AKP iktidarının toplum nezdinde üzerinde ciddi bir yük oluşturmaya başlayan Suriyeli, Afganistanlı sığınmacı ve mültecileri zorla ülkelerine geri gönderdiği bilinirken, bu kişileri kamuoyu nezdinde sahiplenerek, ''konukseverliğini'' ve AB desteğini garantileme çabasında olduğu da biliniyor.
Sınır ötesinde Suriye topraklarında kurduğu ''güvenli'' bölgeye, inşa ettiği kerpiç evlere gönüllü olarak geri dönüşlerin olduğu söylemi de gerçeği yansıtmıyor.
Bu kerpiç evlere yerleşenler hâlâ Türkiye himayesinde olup Esad iktidarına karşı savaşan ''Suriye Milli Ordusuna'' bağlı onlarca cihatçı örgüt elemanlarının aileleridir. Zira Ankara-Şam normalleşmesi halinde bu güçlerin gidebilecekleri tek alan olan Türkiye'ye silahlarıyla geçemeyeceklerine göre ''güvenli bölgede'' kerpiç evlerde kalarak korunmaları gerekiyor.
Suriye'de oyun üstüne oyun kuran AKP'nin, güvenlikçi, askeri politikaları devam ettirerek, Şam ile bir normalleşme sağlaması beklenmezken, seçim sath-ı mailine girildiği bir dönemde kendi vatandaşları için ''Gidiyorlarsa gitsinler'' zihniyetine sahip bir iktidarın, sığınmacıların sorununu çözmek bir yana, olsa olsa bu sorunu Cumhur İttifakı yararına istismar etme manevralarına devam ettiğini, Türkiye halkının evlatlarını (akademisyen ve farklı meslek grupları) başka ülkelere göç ederek mülteci konumuna düşürmeye devam ettiğini beyin göçünden biliyoruz.
Gerçek çözüm, halkların barışında
Emperyalist-kapitalist sistem içinde antidemokratik, otoriter ve faşist yönetimler altında yaşayan tüm halklar, kendilerini potansiyel göçmen, mülteci ve sığınmacı olarak kabul edip bu durumu yaşayanlarla empati kurarak çözümü kolaylaştırırken, ırkçı, milliyetçi ve nefret siyaseti yerine barış içinde bir arada yaşamanın zeminini oluştururlar.
Bugün, milyonlarla ifade edilen sığınmacı, mülteci ve göçmenlere suç isnat etmek amacıyla kimi parti ve çevrelerin kullandığı Suriyeliler, Afganlar, Iraklılar gibi toptancı kavramların kendisi bir ayrımcılıktır. On yıllardır aynı kent, mahalle, sokak, apartman ve işyerinde yaşayan, kimliği, düşüncesi ve inancı farklı insanları ötekileştiren nefret dili ve yaklaşımları mülteciler bir yana, aynı ülkenin vatandaşlarını da düşmanlaştırır.
Halkların birbirine düşman olmasını gerektiren hiçbir gerekçe savunulamaz. Savunuluyorsa eğer, egemen siyasi iktidarların çıkarı var demektir. (BK/SD)