“Anne, yarın yola çıkacağım, börek yapar mısın? dedi. Yaparım dedim. Ama kalabalığız, biraz fazla yap. Sonra da bana yardım etti. Acı koyma dedi, sen acı seviyorsun diye herkes sevmek zorunda değil”
“Oğlum 22 yaşındaydı. Üniversiteye hazırlanıyordu. Bir ay boyunca mağazalarda çalıştı. Meğer kazandığı parayla oyuncak almış. Hazar Gölü’ne gideceğini söyledi. Bizi tedirgin etmemek için Suruç’a gideceğini gizlemiş. Haberlerde Suruç’taki görüntüleri ağlayarak izledim, meğer Veysel’im de oradaymış.”
“Paran var mı? dedim. Yok dedi. Ee bende de yok ne olacak şimdi? Olsun baba, akbilim var, beni Kadıköy’e kadar atar. Oradan da zaten arkadaşlarla birlikte yiyip içeriz. İdare ederim dedi”
“Orada insanlar ölürken ben burada böylece durmaktan nefret ediyorum. Bir şeyler yapmalıyım diyordu hep. Gitme diyemedim, diyemezdim de. Öyle karar vermişti, onun için en doğru zamandı. Çalışıp parasıyla oyuncak ve mama aldı. Zaten çok paylaşımcı, çok yardımseverdi.”
“Babamın her akşam geldiğini kapının kilidinde dönen anahtar sesiyle anlardık. Huzurla dolar, ‘bugün de geldi’ derdik. Şimdi yine her gece kulağımız kapıda ama o ses hiç duyulmuyor artık”
“Bazen keşke Kobani’ye gidip o oyuncakları çocuklara verebilseydi diye hayıflanıyorum. Hiç değilse bir adım da olsa o tellerin ardına geçebilseydi diyorum.”
“Bir şeyler yapmalıydım. Bu sıkıntıdan uzaklaşmak ve kendimle kalmak, kendi içime dönmem için gitmem lazımdı. Gitmek iyi gelecekti”
Bazı kelimelerin gizemi vardır. “Gitmek” de onlardan biri. Kimi zaman düşlerinin peşinden, kimi zaman içinde bulunduğun kaostan kurtulmak, kimi zaman ruhunu sağaltmak için.
Bir sevdanın ardından ya da bir sevdadan gitmek. Kimi zaman kendi içine dönmek ya da kendinden kaçıp gitmek. Bazen gitmek ağır gelir bazı anlarda ise kalmak daha da ağır.
Onlar hayallerinin peşinden giden, düşlerine sevdalı gençlerdi. Sınırın öte yanında cehennemi yaşayanlar varken yerinde duramayanlardı. Başkasının yüzüne atılan tokadın etkisini yanağında hisseden, haksızlığa seyirci kalamayanlardı.
Tel örgülerin arkasındaki acıyı yüreğinin derinliklerinde hissederek, hiç değilse oradaki çocukların hayal dünyalarının ellerinden alınmasına izin vermeyip, aldıkları oyuncakları onlara ulaştırmaya çalışanlardı. Tel örgülerin arkasına geçemediler belki ama kendi düşlerinin peşinden gittiler. Geride kalanlar onların hayallerinin taşıyıcısı olmaya devam ettiler.
"33 canın düşleri birer karanfil olarak yeşeriyor"
Çok değil, 4 yıl önceydi. Tuhaf zamanlardan geçtiğimiz bir evreden söz ediyoruz. 5 Haziran’daki Diyarbakır patlamasının travması henüz çok tazeyken Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu’nun (SGDF) çağrısıyla; Kobani’ye gitmek üzere Bursa’dan, Van’dan, Samsun’dan, Diyarbakır’dan, Kızıltepe’den, Sinop’tan, Yüksekova’dan birbirlerini tanımasalar da aynı hayale sevdalı düş yolcuları Suruç’a doğru seyrüsefere çıkıyor.
Kimi çeşitli işlerde çalışıp kazandığı parayla oyuncak alıyor, kimi annesine börek yaptırıyor, kimi bir düzine çorabı çantasına atıyor, kimi bir kilo bayram şekerini torbasına dolduruyor. Tek amaçları Kobanili çocukların üzerindeki savaşın izlerini bir nebze olsun silebilmek. 20 Temmuz günü Suruç’a varıyorlar.
Heyecanlıydılar, umutluydular, huzurluydular.. Amara Kültür Merkezi’nin bahçesinde güle eğlene kahvaltı yaptılar. Ve sıra basın açıklamasına geliyor. Sonrası hepimizin malumu. Sonrası yükselen toz bulutu, ortalığa saçılan oyuncaklar, hayaller ve zifiri karanlık.. Toprağa düşen 33 canın düşleri birer karanfil olarak yeşeriyor.
DAİŞ’in yaptığı katliama ilişkin adalet arayışı sürerken 4 yıl boyunca saldırıda yaşamını yitirenlerin aileleri, yakınları ve saldırıdan yaralı kurtulanların tanıklıkları kayıt altına alındı. Bu görüşmeler Suruç Aileleri İnisiyatifi, SGDF ve Bilim Estetik Kültür Sanat Araştırmaları Vakfı (BEKSAV)’ın yapımcılığıyla, Mustafa Emin Büyükcoşkun’un yönetmenliğini üstlendiği Gitmek adlı belgesele dönüştü.
Gala Diyarbakır’da yapıldı
Filmin Diyarbakır’daki galasından önce 33 kişinin Can Siner tarafından cezaevinde çizilen kara kalem çalışmasının sergisi açılıyor. Ve aileler gelmeye başlıyor. Her biri evladının, kardeşinin, eşinin resminin yanına gidiyor. Kimi gözyaşlarını tutamazken, kimi resmi eline alıp öpüp kokluyor, saçlarına dokunuyor, kimi de kısık sesle onunla konuşmaya çalışıyor. Sonra da aileler birbirlerine sarılıp gözyaşlarını siliyorlar.
Ve tamamı dolan salonda film başlıyor. Yönetmenin kamerasıyla birlikte İstanbul’dan otobüsle yola çıkıyoruz. Suruç’a doğru yol boyunca yarı uyur- uyanık halde camdan dışarıyı izleyip, gitmenin vermiş olduğu o hayale kapılarak, yukarıda bazı kesitlerini verdiğimiz tanıklıkları dinliyoruz. Anlatıcıların silueti kimi zaman çatlamış bir duvarın ardından, kimi zaman vazo içerisindeki bir çiçekten, duvarında yazıların olduğu bir sokaktan, üzeri defter- kitap dolu bir masanın, bir tahta beşiğin ardından belli belirsiz seçiliyor.
Saldırıda yaşamını yitirenlerin görüntüsü ise son sahnede Amara Kültür Merkezi’ndeki basın açıklaması öncesi çekilen bir görüntüyle karşımıza çıkıyor. Kiminin kameraya son kez bakışı, kiminin tedirgin hali, kiminin tebessümü, kiminin umudu, kimininse heyecanı yansıyor kameraya. Ve sonra perde kararıyor.
Büyükçoşkun: "Hayal kurmayı ön plana çıkardık"
Yönetmen Büyükcoşkun’un deyimiyle “Biz bu hikâyede bu vahşeti üretenlerin bizi düşürmek istedikleri dehşeti yeniden üretmek istemedik. Onlar bizim dehşete düşmemizi, korkuya kapılmamızı istiyorlar. Biz onların amacından uzaklaşmak için o görüntüleri burada yayınlamadık.”
Büyükcoşkun, “Son 4 yılda çok büyük katliamlar yaşadık. Özellikle bu coğrafya için belki yeni değil ama geçmiştekilerin bir tekrarı oldu. Filmin bunlar bir daha yaşanmasın diye bir hafıza oluşturmak, bu yası tutmak gibi bir işlevi de var. Ama biz umudu, onların miras bıraktığı düş kurmayı, hayal etmeyi ön plana çıkaran bir şey yapmak istedik.”
Yakınlarını kaybedenler düş yolculuğunun süreceğini hatırlatıyor
Geride kalanların ağır şeyleri anlatarak, çok kıymetli bir tanıklığı aktardıklarını söyleyen Büyükcoşkun filmin hikâyesini şöyle anlatıyor:
“4 yıl boyunca jenerikteki bütün isimlerle konuştuk. Konuşamadıklarımız da oldu. Çünkü Suruç ailelerinin hepsi bizimle aynı görüşte değiller. Bu görüşmeler sonucunda bu film ortaya çıktı. Aslında Suruç katliamıyla ilgili bir film değil, onlar hakkında da bir film değil. Biz bu yola çıkan herkesin müşterek hikayesini, bu yolun hikayesini anlatmaya çalıştık. Hakkaniyetli davranarak kimseyi öne çıkartmadık. Her bir yolculuk hikayesi ayrı ayrı anlatılabilir ama bu başka filmlerin konusu olacaktır. Şu an BEKSAV’ın ve Suruç ailelerinin elinde çok büyük bir arşiv var artık. Bu arşivden müşterek filmler yapılabilir. Ayrıca ülkedeki fiziki koşullar bir müzenin yapılması için uygun olmasa da internet müzesi yapmak ve bu yitirdiklerimizin ansını yaşatmak şeklinde bir fikrimiz var.”
Filmin sonunda Barış Anaları, İstasyon Meydanı, Ankara Garı ve Suruç katliamında yaşamını yitirenlerin yakınları ve saldırının tanıkları sahneye gelip el ele tutuşarak, adalet arayışının, umudun ve düş yolculuğunun süreceğini bir kez daha hatırlatıyor. (BD/EMK)