Bunlar yeni gelişmeler ama konu yeni değil. Bilindiği gibi iş güvencesi yasa tasarısı uzunca bir dönemdir Türkiye'nin gündemindedir. İşçi ve işveren konfederasyonlarının onayıyla bağımsız bir akademisyenler grubu tarafından hazırlanan taslak Çalışma Bakanı Yaşar Okuyan tarafından kamuoyuna sunuldu. Ve ardından tartışmalar başladı.
İşçi Sendikaları savunuyor
İşçi sendikaları, bu taslağı -bazı çekinceleri dile getirmelerine rağmen- savunurlarken, sermaye çevreleri ağız birliğiyle taslağı "fabrikaların tabanına konmuş dinamit" diye topa tuttular ve "işyerlerini kapar gideriz" tehdidinde bulundular. Yaşar Okuyan ise bu taslağın "48 yıllık bir rüyayı gerçekleştireceğini, gerçekleşmemesi halinde bir 48 yıl daha bekleneceğini" söyledi.
Neydi bu kadar gürültü yaratan taslak? Gerçekten işçilerin yıllardır açısını çektikleri bir sorunu çözecek sihirli bir araç mı, sermaye birikimini tümüyle tıkayacak bir önlem mi, yoksa bir kandırmaca mı?
Sermaye bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de emek-sermaye ilişkilerini düzenleyen kuralların hafifletilmesini, hatta ortadan kaldırılmasını; deyim yerindeyse "tek başına at koşturacağı" bir ortamın yaratılmasını savunuyor. Aslında Türkiye bu açıdan en "elverişli" ülkelerden biri çünkü kağıt üzerindeki işçi haklarının hiçbirinin layıkıyla uygulanabilme imkanı yok.
Bir sendikaya üye olmak, üye kalabilmek, toplu pazarlık yapabilmek, toplu pazarlıktan başarılı çıkabilmek, uyuşmazlıkta grev hakkını kullanabilmek deveye hendek atlatmaktan daha zor. Ücretlilerin yarısının sigortasız olduğu, 5 milyonu aşkın işçinin asgari ücretle çalıştırıldığı, milyonlarca işsizin asgari ücret dahi alabilmek için çırpındığı bir ülkede, üstelik hala 12 Eylül yasalarının hüküm sürdüğü bir ortamda geleneksel yöntemlerle örgütlenebilmek ve örgütlülüğü koruyabilmek neredeyse imkansız.
Bu nedenle sendikal mücadelenin öncelikli talepleri, antidemokratik yasal çerçevenin değişmesi yönünde. İşkolu ve işletme barajlarının, sendikaya üyelikte noter şartının kaldırılması, toplu sözleşme yetki işleminin sadeleştirilmesi ve yetkide referandumun esas alınması ve en önemlisi sendikalaşma nedeniyle işten atılmaların önüne geçilmesi gibi talepler son yıllarda daha güçlü bir biçimde savunuluyor.
Sendikalı işçi sayısı azalıyor
Bunun nedeni kamuda 600 bine düşen, özel sektörde ise 300 binin altına inen sendikalı işçi sayısı. Kağıt üzerindeki sendikalaşma oranı bir yana, gerçek sendikalaşma oranı çoktandır yüzde 10'un altında. Kamuda küçülme gibi uygulamaların devam etmesi halinde kısa bir süre sonra pek çok sendikanın varlığı yokluğu tartışılır duruma düşecek gibi görünüyor. Bu nedenle iş güvencesi talebi yakıcı hale gelmiş durumdadır.
Türkiye 1994 yılında 158 sayılı ILO Sözleşmesi'ni onayladı. Bu sözleşme belirli koşullara uyulmak şartıyla işten çıkarmaların yaşanabileceğini, ama bu koşullara uyulup uyulmadığının işverenlerce ispat edilmesini, aksi ortaya çıkarsa işe iadenin gerçekleşmesini öngörüyor. Türkiye bu sözleşmeyi imzaladı ama gereğini henüz yerine getirmedi; yani doğrudan uygulamadığı gibi iç hukuka da uyarlamadı. Bu nedenle Türkiye başka konularda olduğu gibi bu konu nedeniyle de ILO tarafından kınanmakta.
Hükümetin bu alanda bir düzenlemeye gitmesi kaçınılmazdı. Tabii, Türkiye hükümetlerinin imzalanan sözleşmeleri yaşama geçirme konusunda ne derece samimi olduğu tartışılır; diğer pek çok alanda olduğu gibi bu alanda da çekinceli davranılacağı, hatta ipe un serileceği açıktı. Ama en azından göstermelik de olsa bir adımın atılması bekleniyordu.
Okuyan sendika desteği arıyor
İşte Yaşar Okuyan, hem bir yükümlülüğü yerine getirmek hem de sosyal güvenlik alanındaki düzenlemeler karşısında yükselen protestoların devamını engellemek, biraz da sendikaların desteğini alabilmek için bu taslağı gündeme getirdi.
Taslak 158 sayılı ILO Sözleşmesi'nin tüm hükümlerini içermiyor; sadece işverenlere işten çıkarma kararını haklı bir nedene dayandırmasını, mahkemede bunu ispatlamasını ve eğer sendikalaşma nedeniyle işten çıkarma olduğu tespit edilirse işten atılan işçiyi işe iade etmesini, bunu yapmadığı takdirde ise bir yıllık ücreti tutarında tazminat ödemesini istiyor.
Aslında sendikalar yasasının 31. maddesi zaten benzer bir kötü niyet tazminatı öngörüyor ama bu madde çoktandır uygulanmıyor; Yargıtay bu konuda önüne gelen dosyaların büyük çoğunluğunu reddediyor. Diğer yandan mevcut uygulamada ispat yükü işçinin üzerinde, yani işten çıkarılan işçi sendikalaşma nedeniyle işten çıkarıldığını ispat etmek zorunda ve bu oldukça zahmetli bir uğraş.
Taslak bu yönden kısmen de olsa bir ilerleme sağlıyor; işten çıkarmanın haklı bir nedene dayandırılmasını ve ispat yükünü işverene yüklüyor. Sermayedarların itirazları da bu noktada ortaya çıkıyor. Onlar keyfi karar alma haklarını kaybetmemek için direniyor, "mahkemelerde zaman yitirmek istemediklerini" belirtiyor.
Taslak sendikalı olmaktan kaynaklanan keyfi işten çıkarmaları bir nebze olsun önleyebilir düşüncesiyle sendikalar tarafından destekleniyor ama bunun da gerçekleşip gerçekleşmeyeceği kuşkulu. Bugünkü yargı sistemi bu tip uyuşmazlıkların kısa bir sürede çözülmesini ve bu sürede işten çıkarılan işçilerin mağduriyetinin önlenmesini imkansız kılıyor.
İş mahkemelerine yığılan binlerce dosyanın altından nasıl kalkılacağı ciddi bir soru olarak değerlendirilmelidir. Yine de bu taslak sendikalaşma mücadelesinde kullanılabilir bir araç olarak görülmeli ve bu kısıtla desteklenmelidir. Bunun dışında taslağın gerçek anlamda bir iş güvencesi getirmesi beklenmemelidir.
Asıl çözüm tam istihdam
Temel bir insan hakkı olan insanca yaşam hakkı ve bunun için gerekli olan çalışma, yani istihdam hakkı işçi sınıfının tarihsel mücadelesinin en önemli hedeflerinden biridir. Görünen o ki bu mücadele daha uzun bir süre devam edecektir. Tam istihdamın, bırakın bugünkü kapitalist işleyiş içerisinde, "sosyal refah devleti" döneminde bile uygulanabilme şansı yoktur. Tam istihdam, yani gerçek bir iş güvencesi, çalışma yaşamının içine hapsedilebilecek bir hedef değildir; tümüyle ekonomik ve politik sistemle ilgilidir.
Böylesine önemli bir hedefin, gündemdeki iş güvencesi tasarısı içine hapsedilmesi doğru değildir.