Referandum sonuçları epeyce tartışıldı, tartışılmaya da devam ediyor. Avrupa'nın sağcıları, referandum sonuçlarından Avrupa genişlemesinin durdurulması gerektiği sonucunu çıkarıyorlar. Bunun bir anlamı da AB kapılarının Türkiye'ye kapanması. Yakın gelecekte Almanya'da ve Fransa'da yönetime gelmesi beklenen sağcı partilerin Türkiye aleyhtarı söylemleri her geçen gün artıyor.
Bu söylemlerin Avrupa Komisyonu'nu ve diğer üye ülkeleri etkilememesi düşünülemez. Nitekim Türkiye'nin Gümrük Birliği Ek Protokolü'nü, Güney Kıbrıs hükümetinin tanınmayacağına dair bir deklarasyon yayınlayarak imzalaması, başta Fransa olmak üzere bazı AB üyesi ülkelerin, "Tanıma olmadan müzakere başlamaz" demesine yol açtı.
Bir başka deyişle AB'nin geleceği hakkındaki belirsizlik Türkiye ile müzakerelerin başlayıp başlamayacağı yönündeki belirsizliğe de yol açmış durumda. Müzakereler resmi olarak başlasa bile, bunun nasıl süreceği ve nerede biteceği hiç belli değil.
Farklı sınıfsal tercihler
Bütün bu gelişmelerin temelinde farklı sınıfsal tercihler yatıyor. Buna bir örnek AB'nin geleceğinin şekillendirilmesini amaçlayan Lizbon Stratejisi çerçevesindeki tartışmalar gösterilebilir. Bilindiği gibi Lizbon Stratejisi, AB'nin 2010 yılına yönelik vizyonunu oluşturuyor.
AB'yi yönetenler Lizbon Stratejisi'nin mevcut şeklinin, AB'nin "küresel rekabet gücü" için yeterli olmadığını, bu nedenle politikalara daha liberal bir yaklaşımın egemen olması gerektiğini savunuyorlar. Bu amaçla, geçen baharda toplanan AB Zirvesi'nde Lizbon Stratejisini gözden geçirdiler ve ekonomide yeni bir liberal dalganın başlatılması kararı aldılar. Fransa ve Hollanda referandumlarının sonuçları da bu yaklaşıma bir tepki olarak değerlendirilebilir.
Burada ETUC'un konumuna da değinmek gerekiyor. ETUC Anayasa'nın desteklenmesi kararı almıştı. Fransa ve Hollanda'da işçilerin büyük çoğunlukla hayır oyu vermeleri, ETUC'u da kendi pozisyonunu yeniden değerlendirmeye itti.
14-15 Haziran'da toplanan ETUC Yönetim Kurulu'nda sonuçlar değerlendirildi. ETUC'a göre, Anayasa'nın reddedilmesinin altında Sosyal Avrupa'nın yerini etkinlik adına minimalist, anglo-sakson bir yaklaşımın alması, yüksek işsizlik, göç korkusu, AB yönetiminde elitizm, sürekli genişleme gibi faktörler yatıyor. ETUC bu sonuçların kendi kararının da reddedilmesi anlamına geldiğini kabul ediyor. ETUC'a göre, etkili bir sosyal boyut olmadıkça AB'ye güçlü bir destek oluşmayacaktır. İşsizliğin ortadan kalkması için acil önlemler alınmalıdır. Genişleme de dahil olmak üzere, AB'nin geleceği hakkında toplumsal bir tartışma süreci başlatılmalıdır.
Buradan Türkiye'nin üyeliğinin önümüzdeki süreçte Avrupalı sendikalar içinde de tartışılacağı sonucu çıkarılabilir.
Tartışmalarda neo-liberal dalganın izleri
Avrupa çapında gelişen neo-liberal dalganın etkileri bir dizi yönerge tartışmasında da açıkça görülüyor. Bunlar çalışma süreleri yönergesi ile tek pazarda hizmetler yönergesi. Bu yönergelere ilişkin tartışma önceki yazılarda yapılmıştı. Burada gelişmelere ilişkin bilgi vermek istiyorum.
Çalışma süreleri yönergesine ilişkin olarak Avrupa Parlamentosu (AP) İstihdam ve sosyal İşler Komitesi 20 Nisan'da bir rapor görüştü. Cercas raporu olarak da adlandırılan bu rapor 11 Mayıs'ta oylandı ve 345 lehte, 264 aleyhte oyla kabul edildi. Buna göre AP, yönergenin yürürlüğe girmesinden 36 ay sonra bireysel muafiyet (opt-out) hükmünün kendiliğinden kalkmasını talep ediyor. Bilindiği gibi bu hüküm şu anda İngiltere'de uygulanıyor ve işçilerin bireysel rızaları ile çalışma sürelerine ilişkin kısıtlamaların uygulanmaması anlamına geliyor. Yönerge bu muafiyetin AB çapında geçerli olmasını amaçlıyor. AP orta bir yol bularak, opt-out hükmünün üç yıl süre geçerli olmasını, sonra ortadan kalkmasını öneriyor. ETUC bu öneriye tamamen karşı, işverenler ise bu hükmün değişmeden kalmasını, yani bireysel muafiyetin her yerde geçerli olmasını istiyorlar.
AP ayrıca referans (denkleştirme) süresinin, yönerge taslağından farklı olarak ancak belirli koşullarda 12 aya çıkarılmasını öneriyor ve çağrı üzerine çalışmada filen çalışılmayan zamanı da çalışma süresine dahil ediyor. Avrupa Komisyonu, AP önerilerinin tümünü kabul etmeyeceğini, opt-out hükmünün taslakta olduğu gibi kalacağını, çağrı üzerine çalışmada çalışılmayan sürelere ilişkin düzenlemenin üye devletlerin tasarrufuna bırakılacağını söyledi.
AB İstihdam ve Sosyal İşler Konseyi 2 Haziran'da toplanarak, bu konuda yeni bir Komisyon taslağını tartıştı. Bu taslakta tek yenilik bireysel muafiyet hükmünün 36 ay sonra yürürlükten kalkması ama üye devletlerin bu süreyi uzatabilecekleri yönünde.
Tek pazarda hizmetler yönergesi ile ilgili olarak da Avrupa Parlamentosu iki raportör görevlendirdi. Raportörler İstihdam Komitesi üyesi Anne van Lancker ve İç Pazar Komitesi üyesi Evelyne Gebhardt. İki raporda da ETUC'un yönergeye yönelik eleştirileri dikkate alınıyor. ETUC, iş yasası ve toplu sözleşmelerin yönerge kapsamından çıkarılmasını, genel çıkar hizmetlerinin ve menşe ülke ilkesinin kapsam dışına çıkarılmasını öneriyor. Buna karşılık neo-liberaller ve UNICE, bu konuda Bolkestein taslağına aynen bağlı kalınmasını savunuyorlar.
Müzakerelerin çetin konusu: Sosyal politika ve istihdam
Türkiye ile müzakere tarihi yaklaşırken tartışmalar büyük ölçüde Kıbrıs ve Ermeni meselesine odaklanmış görünüyor. Kürt sorunu da ağırlığını artırıyor. Bütün bunlarla birlikte, eğer müzakere süreci fiilen başlayacak olursa sosyal politika ve istihdam başlığı en çetin müzakere konularından birisi olacak. Bu nedenle yazının bu bölümünde bu başlık altında ele alınan sendikal haklarla ilgili gelişmelere değinmek istiyorum.
Önceki İlerleme Raporlarında Türkiye'deki sendikal haklarla ilgili eksiklikler açıkça belirtiliyordu. Kamu çalışanlarının grev haklarından yoksun olması, işkolu ve işletme barajları, özel sektörde toplu sözleşme kapsamındaki işçilerin çok az olması gibi gözlemler bu raporlarda yer alıyordu. Bu eksikliklerin giderilmesi için de ILO Sözleşmelerine atıfta bulunuluyordu.
Bu nedenle bu yıl toplanan ILO Konferansı özel bir önem taşıyor. Her şeyden önce ILO Konferansına sunulan Uzmanlar Komitesi raporunda Türkiye ile ilgili eleştirileri hatırlayalım. Bu raporda özellikle 87 ve 98 sayılı ILO Sözleşmeleri ile ilgili olarak Türkiye'de varolan eksikliklere ayrıntılı bir şekilde değiniliyor. Çarpıcı olan sadece yürürlükteki yasaların değil, değişiklik taslağının da eleştirilmesi.
Kamu çalışanlarının sendikal haklarını düzenleyen 4688 sayılı yasanın gerçek bir toplu sözleşme hakkı içermediği, çok sayıda kamu çalışanının örgütlenme hakkından yoksun bırakıldığı ve grev yasağı raporda eleştirilen hususlar. 2821 ve 2822 sayılı yasalar ile ilgili olarak da eskiden beri devam eden eleştiriler sürdürülüyor ve hükümetin hazırladığı değişiklik taslağının bu eleştirileri ortadan kaldıracak nitelikte olmadığı vurgulanıyor. İşkolu ve işyeri barajları, yetki prosedürü, grev yasakları vb. ILO'ya aykırı hükümler olarak tespit ediliyor.
ILO bu rapordan da hareketle, yıllardan sonra bu yıl Türkiye'yi yeniden Aplikasyon Komitesi'nin gündemine aldı. Bu durum hükümeti ve işveren kesimini son derece rahatsız etti. Çünkü hükümet ve işverenlerin iddiası, Türkiye'de çalışma ilişkilerinin ILO standartlarına uygun olduğu ve ILO'nun da bunu kabul ettiği yönündeydi. ILO'nu Türkiye'yi Aplikasyon Komitesi gündemine alması bu iddiayı çürüttü. Hükümet ve işverenlerdeki rahatsızlığın bir başka nedeni, ILO eleştirisinin sadece ILO bünyesinde sınırlı kalmaması, Avrupa Birliği ile müzakerelerde de referans alınması.
Nitekim AB İlerleme Raporları'nda ILO Sözleşmelerine doğrudan atıfta bulunuluyor ve sosyal politika alanındaki müzakerelerde ILO raporlarının temel referans belgesi olacağı görülüyor. Bu nedenle Aplikasyon Komitesi tutanağı ve sonuç deklarasyonu son derece önemli. Bu belgenin kasım ayında açıklanacak olan yeni İlerleme Raporu'na da yansıması sürpriz olmayacaktır.
Bu gelişmelere ek olarak Türkiye ve AB Karma İstişare Komitesi'nin 7-8 Temmuz 2005 tarihlerinde İstanbul'da yapılan toplantısında da ILO Sözleşmeleri ve sendikal haklar konusu görüşüldü. Burada da ILO Raporu hatırlatıldı ve Hükümetin eksiklikleri gidermek üzere harekete geçmesi istendi. Bu amaçla KİK'in Avrupa kanadının temsilcileri Eylül ayı içinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı'nı ziyaret edecekler ve özellikle 2821-2822 sayılı yasalardaki değişiklik taslağının son biçimini görmek isteyecekler.
Müzakere sürecine aktif katılım
Dolayısıyla Hükümet temel sendikal haklarla ilgili olarak ILO ve AB'nin gözetiminde. Tabii ki bunun kendi başına pek bir önemi yok. Önemli olan bu durumu iyi değerlendirip, 12 Eylül'ün 25. yılında, 25 yıldır hiç değişmeden duran çalışma hayatı mevzuatını demokratikleştirebilmek için mücadeleyi artırmaktır.
Hükümet 2821-2822 saylı yasalarla ilgili değişiklik taslağını eylül ayı içinde tartışmaya açacak. Yerinde ve doğru müdahalelerle taslak emekçilerin talebi doğrultusunda değiştirilebilir.
Her durumda bu konunun 3 Ekim'de başlaması beklenen müzakere sürecinin öncelikli konuları arasında yer alması için çaba göstermek gerekiyor. Bu da müzakere sürecini izleyerek değil, aktif katılımcısı olarak sağlanabilir. Müzakere sürecinin işleyişi ve sendikaların katılımı ile öncelikli müzakere gündeminin belirlenmesi de son derece önemlidir. Sosyal politika konusu arka sıralara bırakılmamalıdır. (TÇ/TK)