Tanıl Bora, bir kısmı Birikim’de daha önce yayınlanmış yazılarından oluşan yeni kitabı Zamanın Kelimeleri: Yeni Türkiye’nin Siyasi Dili’nde “Kelimeler, mevcut bir içeriği boca ettiğimiz bir kova veya fıçı değil. Kelimeler kaynaktır, pınardır. Anlamları sadece taşımaz, onlara şekil verir, yoğururlar” diyerek, “Yeni Türkiye”deki siyasi dilin nasıl iktidar tarafından üretilip muhalefetçe de farkında olmadan sahiplenildiğini çeşitli örneklerle açıklıyor.
Kitaptaki “Samimiyet” başlığında, Erdoğan’ın “samimiyet” kelimesini ne kadar sık kullandığını ve Batı’yı, muhalefeti, kısaca “kendi halesi dışında kalan herkesi” durmaksızın bir samimiyet testine tabi tuttuğunu belirten Bora, bu tutumu “ahlakçı otoriteryanizm” olarak tanımlıyor. Otorite sadece ‘öteki’ni tanımamakla kalmıyor, onu samimiyet testine tutarken kendi ahlaki ölçütlerini de dayatıyor.
Dilin nasıl sirayet ettiğini, farkında olmaksızın muktedirin dilini benimsediğimizi söylemiştik. Bunun için ille de ‘öteki’ tarafta olmaya da gerek yok üstelik. Kendi iktidar alanlarımızda da siyasetin bu dilini kullanabiliyoruz. Nitekim geçtiğimiz 8 Mart yürüyüşü, bize “ahlakçı otoriteryanizm”in hiç de AKP çevresine has bir duruş, tutum olmadığını gösterdi.
Her sene “Dünya Emekçi Kadınlar Günü mü Dünya Kadınlar Günü mü?” tartışması daha Mart başında başlar, artık gelenekselleşti neredeyse. Bu sene de ‘muhalif’ erkek gazetecilerden tutun sol sosyalist çevrelere, herkes önce “kimin” bugünü kutlayabileceğine dair ahkam kesti.
Bir kere "emekçi!" kadınların günüydü bu, kavramların içini boşaltıp burjuva halimizle bizim kutlayabilmemiz için bir “samimiyet” testinden geçmemiz gerekiyordu. Tıpkı “Gerçek İslam bu değil!” söylemi gibi, “Gerçek feminizm bu değil” diyerek yıl boyu bize kendileriyle nasıl mücadele etmemiz gerektiğini öğreten muhalif “ağbilerimiz”, yine tüm iyi niyetleriyle bizlere yol göstermeye gönüllüydü. Bu bir kutlama değildi, anmaydı. O yüzden buna uygun davranmalıydık. Zaten geniş kesimlere hitap etmek istiyorsak uç söylemlerden kaçınmalıydık (Sanki solcu erkekler olarak bu zamana kadar geniş kitlelere yayılabilecek bir söylem üretebilmişler, meclisteki en sol parti “Din elden gidiyor” feveranlarında bulunmuyormuş gibi). Ama işte kadın değil miyiz, çok aklımız basmıyor, yine tüm “burjuva” halimizle doldurduk İstiklal’i.
Kavga burada bitmiyor tabii. New York Times’ın manşete taşıdığı, feminist gece yürüyüşüyle mora boyanmış İstiklal Caddesi fotoğrafı, Türkiye feminist hareketinin “kitlelere” hitap edebildiğinin bir göstergesi sayılmazdı. Biraz daha “analiz” edilmemiz lazımdı.
Bir kere pankartlar neydi öyle? Neden o kadar çok cinsel içerikli pankart vardı? “Saygın" olmak istemiyor muyduk? Sokaktaki, sosyal medyadaki, hatta siyasetin en üst mercilerindeki adamların dillerinden düşürmedikleri; her Allah’ın günü üzerine yorum yaptıkları cinselliğimiz üzerine, bakın “kendi cinselliğimiz” üzerine, biz söz söylemeye kalkamazdık. Bir kere emekçi kadın böyle yapmazdı. Derdimiz neydi bizim?
Cümle sonunda noktalama işareti gibi cinsiyetçi küfürler kullanan, itiraz ettiğimizde “Ben onu alışkanlıktan söylüyorum, tecavüz tehdidi değil o” diyen erkekler, kendi cinsel organlarından bahseden kadınları ahlaksızlıkla, “mücadeleyi küçük düşürmekle” suçladılar (Hatta tartışmalar hala devam ediyor).
Gerçek feminizm bu değil, biz kadınlar feminizmi çok yanlış anlamışız! Eleştirmemiz gereken şey emek sömürüsü, tecavüzler, cinskırımıyımış; ama bunu cinsellikten bahsetmeden yapmalıyız.
Sanki kadınları bin yıllardır sömüren patriyarkanın en temel enstrümanı bizim bedenimiz üzerinde hakimiyet kurmak değilmiş gibi. Sanki bedenimizi kendi mülkiyetleri olarak görmeleri çok “sosyalist” bir duruşmuş gibi. Bir gün olsun kendi iktidar alanlarından çekilmeyen, OHAL ortamında binlerce kadının sokakta yürümesini muhalif bir sesin yükselebilmesi için bir umut, bir ilham olarak göremeyenler; kadınlardan bir şey öğrenebileceklerini akıllarına dahi getirmeyenler; binlerce insanın katıldığı yürüyüşte birbirinden farklı birçok düşüncenin, sesin yükselmesini kıvançla değil de korkuyla karşılayanlar, kendilerine “solcu, sosyalist, özgürlükçü, eşitlikçi” vs. demeden önce biraz daha düşünmeli belki de.
Ya da belki 8 Mart artık ne Kadınlar Günü ne Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlanmalı. 8 Mart Dünya Kadınlara Akıl Verme Günü ilan edilsin(!).
Çünkü belli ki yılın 364 günü mansplaining’le (*) kadınlara neyi nasıl yapmaları/ düşünmeleri gerektiğini açıklayan erkekler, kendilerine özel bir günü hak ediyorlar. Ahlakçı otoriteryanizm de bunu gerektirir. (DS/HK)
(*) Erkeklerin kadınlara, kadınların bilmediğini varsayarak, istemedikleri ve yardımcı olmayan açıklamaları ısrarla yapması ya da kadınları eğitme çabası. Türkçede "erbilmişlik", "erkekleme", "erilleme", “açüklama” ya da “sikzah etme” gibi çevirileri kullanılıyor.