Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün Stockholm ziyaretinin ertesi günü, İsveçli yetkililerle orada yaşayan Türkler ve Kürtler, İsveç kamuoyunun Türkiye'deki resmi bakış açısının yanı sıra sivil toplum örgütlerinin de görüş ve tutumlarını öğrenmesini amaçlayan bir günlük toplantı düzenlediler.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı' nın (TİHV) öncülüğünde örgütlenen toplantıya gazeteciler, sendikacılar ve hukukçular katıldı, kendi alanlarındaki genel durumu değerlendirdi.
Resmi ve sivil dünya buluşması
İsveç Parlamentosu Başkan yardımcısı, İsveç Dışişleri Bakanı, bazı partilerin başkanları ile çok sayıda milletvekili, akademisyen ve Türkiye uzmanının katıldığı toplantıda, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Mehmet Elkatmış en çok soruya muhatap kalan konuşmacı oldu.
İstanbul'daki ikinci patlamalar nedeniyle bu toplantıya katılamayan Abdullah Gül'ü de üst düzeyli bir diplomat temsil etti. Sivil toplum kuruluşlarının (STK) yetkilileri ile devlet ya da hükümet yöneticileri, Türkiye'de pek nadiren ve genel olarak kapalı kapılar ardında bir araya gelebilirken, İsveç'te bu iki kesimin temsilcilerinin açık tartışmaya girmeleri olumlu oldu.
İlginçtir özel görüşmelerde, askeriyenin tutumundan yakınan kimi seçilmiş ya da atanmış resmi yetkililer, yurtdışındaki toplantılarda Ankara'nın resmi ağzı gibi konuşmaktan hala vazgeçememişler.
Kol kırılır yen içinde kalır mantığı...Ya da yabancıların önünde iç meselelerimizi tartışmayalım. Özellikle Türkiye'nin AB'ye tam üye olmak istediği bir süreçte, bu tür bir söylem, yani "yen içi" ya da "yabancılar" kavramlarının hala bu kadar gözde olması şaşırtıcı.
Yabancıları etkilemek daha kolay....
İsveçli yetkililerin konuşmalarından anladığımız kadarıyla, Gül, batılı muhataplarını büyük ölçüde etkilemiş, Türkiye'de her şeyin yavaş yavaş rayına oturduğunu anlatmış.
Genel olarak Kürt meselesi konusunda hassas olan İsveç yönetimi bu kez bu konuya eskisi kadar önem vermedi. İsveç'in AB içinde önemli bir ağırlığı da olmadığı için, yuvarlak sözlerle Ankara-AB ilişkilerinin geliştirilmesinin hatta hızlandırılmasının gereğine değindi İsveçli resmi yetkililer.
Ne var ki, sayıları ona yaklaşan Türkiyeli konuşmacıların verdiği bilgiler, sergilediği manzara karşısında, toplantının İsveçli yöneticisi, oturumu kapatırken, "Bu bilgilerden ve tartışmalardan sonra Sayın Gül'ün söylediklerini bir kez daha ele almamız gerektiğini anladık" mealinden bir cümle sarf etti.
Tezkerenin izleri
İsveçli meslektaşlarla yaptığımız görüşmelerde ise kaçınılmaz olarak İstanbul'daki patlamalar gündeme gelirken, tedirginliğin oralara kadar taştığını sezmek güç değildi.
"Bu patlamalar siyasi ve ekonomik istikrarı bozar, hükümeti askeriye karşısında zayıf duruma düşürür, AB reformlarının uygulanmasını geciktirir" cümlesiyle özetlenebilecek yaklaşım çok sayıda İsveçli Türkiye dostunun tutumu...
AB konusu ise İsveç'te genel olarak Avrupa içi bir olgu olarak ele alınıyor. Fransa ya da Almanya'daki Avrupa kimliği ya da AB-ABD çelişkisi Stockholm'de görüştüğümüz politikacı ya da gazetecilerin pek gündemine girmemiş henüz. 1 Mart'ta TBMM'nin reddettiği tezkere ise Stockholm'de hala iyi izler bırakmış. O kadar ki, sanki ikinci tezkereyi yok sayıyor insanlar...
French paranoya
Paris ise, AB açısından çok daha önemli bir siyasi başkent. Özellikle medya çevrelerinde, patlamalar hakkında acayip tezler duydum: "Patlamalar devam edecek, Erdoğan'a suikast düzenlenebilir, ordu yine darbe yapar."
Hiç bir ciddi istihbarat ya da akılcı analize dayanmayan bu tezlerin amacı belli: Teröre muhatap kalan bir Türkiye, AB ile ilişkilerini geliştiremez. Fransa'da ikinci büyük dinin İslamiyet olması, orada da Musevi hedeflere yönelik anti-semit saldırıların yaşanması, başörtüsü sorununu Jakobence yani yasayla çözmeye çalışan bir ülkede bu tezler daha çok iç politikanın Türkiye'ye yansıması olarak tezahür ediyor.
AB'de ekonomik ya da mali açıdan olmasa da siyasi açıdan Almanya ile birlikte siyasi beyin konumundaki Fransa, AB'nin ABD karşısındaki konumunda da, mevcut güç dengeleri itibarıyla açık seçik bir tutum takınamıyor.
Paris ve Berlin şimdilik, Washington yönetimi içindeki şahinleri geriletmeye çalışan ve ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell'ı desteklemeye çalışan bir siyaset izliyor.
Fransa pek hoş görmüyor
İşgalin sona erdirilmesi yani ABD'nin Irak'tan çekilme gereği açık açık telaffuz edilmiyor ama güvenliğin olduğu gibi Birleşmiş Milletler'e (BM) devredilmesi gerektiği Fransız medyasında sık işlenen bir konu. Fransa'nın Irak'taki çıkarları şimdilik doğrudan bir işgal karşıtı ve ABD aleyhtarı bir tutum almasını engelliyor.
Paris'in geleneksel Amerikan karşıtı politika ve tutumlarına rağmen, şimdilik, eski Sağlık Bakanı Bernard Kouchner'in ifadesiyle "Yetkiyi BM'ye devrederek durumu (İşgal diyemiyor) meşrulaştırmak ve siyasi iktidarı seçim yoluyla Iraklılara teslim ederek ulus kurma sürecini hızlandırmak" aşamasında Fransa.
Robespierre'in torunlarının ne tür bir ulus kurma tecrübesine sahip olduğunu bilenler, haklı olarak Irak'ın geleceği konusunda endişe duyuyor.
1 Mart tezkeresinin prestiji hala ayakta Paris'te. "İkinci tezkere nasıl geçti yahu?" sorusunun yanıtını kimse bilmiyor. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarının söylemde AB ile ilişkilerini geliştirmeye çalışırken bilhassa Irak konusunda ABD'ye yanaşması Fransa'da pek hoşgörüyle karşılanan bir tutum değil.
AKP Culpa!
Sonuç olarak, AKP yetkili ve sözcülerinin öne sürdüğü ve o merkeze yakın medyanın inandırmaya çalıştığı gibi AB çevrelerinde Türkiye öyle çok da yıldızı parlayan bir ülke filan değil. Aksine eskiye oranla daha tereddütlü bir ülke görünümünde. UEFA kararları, Avrupa Konseyi'nin iptal edilen toplantıları da zaten bu yaklaşımı doğruluyor.
AKP'nin kulislerini iyi bilen bir gazeteci bence önemli bir saptamada bulundu: "Sayın Başbakanın mütereddit tutumları terörizmi teşvik ediyor'. Gerçekten de uluslararası arenada ABD, Irak, AB, Kıbrıs gibi temel meselelerde, ülke içinde de laiklik, ekonomi gibi tayin edici konularda kararsızlıklar içinde politika oluşturmaya çalışan AKP, tutarsız, çekingen ve klostrofobik yaklaşımlarla Ankara'nın Ortadoğu bataklığının içine çekilmesine engel olamıyor.
Bu zaaf, nutuk yazarlarının ya da tecrübe, yetkinlik ve kapasiteleri çok tartışılır danışmanların beceriksizliğiyle açıklanabilecek kadar basit bir olay değil. Genel ideolojik kalıp, dünyayı ve hayatı kavramaya ilişkin bir sorun...
Ve tabi ki bir de iktidar olmanın dayanılmaz ağırlığı.(RD/NM)